14 Aralık 2013 Cumartesi

Kar üstünde yalınayak çocuklar!





Suriye savaşı giderek uzuyor ve uzadıkça akan kan, acı çeken insanlar çoğalıyor. Dünyanın süper güçleri, ortadoğuda söz sahibi olmak isteyen devletler, kudret sahibi tüm liderler kendi siyasal planlarını yaparken bu kanlı iç savaşın en büyük mağdurları şüphesiz çocuklar oluyor...
 
Binlercesi katledildi hepimizin gözü önünde, kurşunlar, kimyasal gazlar, bombalar alıp götürdü o küçük bedenlerini...
 
Ama bitmedi, bitmiyor çektikleri zulüm ve yokluk... Bu fotoğraf Cuma günü Mardin Kızıltepe'de çekildi. Boş bir arazide kurulan derme çatma brandalarda hayat mücadelesi veren Suriyeli aileler ve çocukları yaşıyor orada.
 
Ne yiyecek ekmekleri ne de üstlerinde başlarında doğru dürüst elbiseleri var, çocukların çoğunun ayağında ayakkabı bile yok.
 
Yırtık terlikler, eski delik ayakkabılarla idare ediyorlar ya da kar üstünde yalınayak geziyorlar. Çoğu bakımsız ve hasta çevredeki vatandaşların getirdiği ekmek ve sıcak çorbayla hayatta kalmaya çalışıyorlar.
 
Üstelik bu durum, bu insanlık dramı sadece Mardin Kızıltepe'deki mülteci çocuklara özgü değil, Türkiye'nin birçok kentinde şimdilerde durum aynı.
 
Sınırdan yüzlerce kilometre uzaklığındaki İstanbul ve İzmir'de herhangi bir köprü altında ya da cami avlusunda onlara rastlayabilirsiniz.
 
Gün geçtikçe çoğalıyorlar ve çoğaldıkça onlara uzanan yardım eli azalıyor, dramları çaresizlikleri sıradanlaşıyor. Hatta sırf Suriyeli oldukları için Türkiye'de iç siyaset malzemesi bile yapılıp, siyasi görüşlere göre değerlendiriliyorlar.
 
Halbuki herkes çok iyi biliyorki dünyada bir mülteciden daha mazlumu yoktur. Hele de o mülteciler kar üstünde yalınayak duran çocuklarsa...
 
Ne demeli, ne yapmalı, çözüm ne gerçekten bilmiyorum, varlığından şüphe duyduğum ve adına "küresel vicdan" dediğimiz şey, çoktan bu insanları ölüme ve yokluğa terk etmiş...
 
Sorsanız İnsanlık tarihinin en medeni, en iyi, en zengin nesli olarak tarif ederiz kendimizi. Sanki bu giderek çoğalan barbarlık, zulüm ve yoksulluk bizim eserimiz değilmiş gibi...
 
Her ne kadar gözlerimizi sımsıkı kapatsak da yine olmuyor, modern dünyamız katledilen ya da kar üstünde yalınayak gezen çocuklarla dolu ve en kötüsü hepimiz sadece şahidiyiz bu dramların...

Hüseyin Aladağ

22 Kasım 2013 Cuma

Ahmet Kaya, Öcalan ve 1999 Şubat'ı!

 
Ahmet Kaya'nın linç edildiği o ödül gecesinin ertesi günü, Türkiye'nin en büyük gazeteleri bile olayı o kadar küçük görmüşlerdi ki alt sütunda "Ahmet Kaya yuhalandı" demekle yetinmişlerdi.

Sonra o gazetelerin yazarları, genel yayın yönetmenleri şimdilerde büyük utanç duydukları, o yalan yanlış yazılara ve haberlere imza atmışlardı.

14 yıl sonraysa, Ahmet Kaya sanki dün hayatını kaybetmiş gibi gündemden hiç düşmüyor. Olay konuşuldukça ona karşı haksızlık yapanlar da bir bir deşifre oluyor, öyle isimler var ki insan duydukça, gördükçe hayret ediyor.
 
Peki içlerinde sol eğilimli, demokrat, hümanist geçinen hatta Kürt kökenliler bile olan, bu insanlar, Ahmet Kaya'ya bunu nasıl reva gördü ya da ona yapılanlara neden sessiz kaldı?
 
Uzun zaman bu sorunun cevabını düşündüm, sonunda olayın meydana geldiği tarih bana bu konuda bir fikir verdi. 11 Şubat 1999'da Türkiye olağanüstü günler yaşıyordu. Suriye'den çıkan Abdullah Öcalan uzun süredir İtalya, Yunanistan ve Rusya arasında mekik dokuyordu.
 
Siyasi iktidarın zayıf, askeri gücün hayatın her alanında kendisini gösterdiği bir Türkiye'de medya giderek kontrolden çıkmıştı. Gazetlerin manşetleri ve akşam yayınlanan haber bültenlerinde savaş naralarından başka bir şey yoktu.

Televizyonlar Öcalan'ı saklayan ülkelerin mallarını boykot edip yakan ve üzerinde tepinen insanların görüntülerinden geçilmiyordu. Çatışmalar, Öcalan'ın bir türlü yakalanmaması, iktidar ve muhalefetin siyasi rant için verdikleri tehlikeli demeçler medya sayesinde ülkenin genel durumunu da oldukça bozmuştu.
 
Bir delilik hali hakimdi her yerde ve bundan ülkenin sanatçıları, yazarları, gazetecileri ve oyuncuları dahil herkes nasibini almıştı.
 
Ahmet Kaya işte böyle bir zamanda gönlünden geçenleri söyledi.Ödülünü Cumartesi Anneleri ve İnsan Hakları Derneği adına aldıktan sonra, o yasak kelimeyi kullandı "Kürt" ve Kürtçe" dedi kendi kimliğinden bahsetti.
 
O gecenin ham görüntülerini defalarca izledim, haber yaptım, o salonda olan görgü tanıklarıyla konuştum, korkmadan Ahmet Kaya'yı savunan birkaç ünlü isim dışında gecenin kahramanları sadece garsonlardı. Hayranı oldukları sanatçıyı çatal ve bıçaklardan korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
 
Ahmet kaya'ya gerçekten tepki göstermek istemeyen ya da o alkış korosuna, katılmaak istemediği halde kendisini orada bulan isimler de vardı.
 
"Vatan haini" "bölücü" "PKK yanlısı" damgası yememek için 10. Yıl Marşı'na ayakta tempo tutmak zorunda kalan bazı Kürt kökenli şarkıcılar örneğin . Devrimci kimliği ve sanatına rağmen o anda Serdar Ortaç'ın şarkılarına, alkışlarıyla katılan sanatçının korktuğu bir şey vardı elbet.
 
Tabi herkes öyle değildi, o salonda gerçekten Ahmet Kaya'yı bir kaşık suda boğmak isteyen çok insan vardı. Zaten bazıları daha sonra yazdıkları yazılar ve haberlerle bunu kanıtladılar. Ama orada gerçekten kendisini o koroya katılmak zorunda hisseden ve bu işi korktuğu için yapan nice insan vardı.
 
Bunları yazmamın nedeni birilerini temize çıkarıp, birilerini günah keçisi ilan etmek değil. Sadece Şubat 1999 yılında Türkiye'nin gerçekten zor ve korkunun, antidemokratik uygulamaların hakim olduğu bir dönem geçirdiğini göstermek istedim.
 
Abdullah öcalan'ın yakalanması için başlatılan yerel ve uluslararası kampanya ve yayınlar ülkede tam anlamıyla bir korku ve panik havası yaratmıştı. Herkes "hain" ve "bölücü" damgası yemekten korkuyordu. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki böyle zamanlarda bu ülkenin sanatçısı ve çoğu aydını pek ortalıkta görünüp risk almaz. Elini taşın altına sokmaz.
 
Ahmet Kaya belkide bu yüzden farklıydı ve şimdi tarihe adını altın harflerle yazdırdı. Zaten o geceden sadece 4 gün sonra, 15 şubat 1999 yılında Abdullah Öcalan yakalandı ve o günden sonra, Ahmet Kaya hakkında yazılan yazılar daha da sertleşti.
 
Sanırım o günlerde Öcalan'ın teslim edilmesinin sarhoşluğunu yaşayan ve bunda kendisine pay çıkaran medyanın ve bazı yazarların Ahmet Kaya'ya karşı adaletli davranacağını düşünmek biraz saflık olurdu...
 
Bu yüzden ben Ahmet Kaya'nın uğradığı haksızlığın kişiler bazında değil, ülkenin genel yapısı ve zihniyeti ile ilgili tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Serdar Ortaç ve diğerlerine şimdilerde gösterilen tepki belki vicdani bir rahatlama sağlayabilir, ama gelecekte sanatçıların, aydınların düşüncelerinden ve söylediklerinden dolayı yine linç edilmesini engelleyemez.
 
Zira ülkenin siyasi durumu müsait oldukça bu olaylar devamlı yaşanacaktır. Daha 2011 Temmuz'unda Aynur Doğan sahnede neredeyse Ahmet Kaya'dan beter ediliyordu.

Sahi o zaman ne olmuştu, Aynur Doğan gelen şehit haberleri sonrası, önceden planlanan bir konserde Türkçe yerine Kürtçe şarkı mı söylemek istemişti? Hatırlayan var mı?

Hüseyin Aladağ

21 Kasım 2013 Perşembe

Uğur Kaymaz 21 Yaşında!



Çocuk olmanın çok zor, ama "terörist" ilan edilmenin bir o kadar kolay olduğu bir coğrafyada dünyaya geldi. Ne Kürt kimliğinden, ne de yıllardır süren bu savaştan haberi olacak kadar büyümüştü. 

Halen yeni gördüğü bir oyuncağı, ağlayarak elde edeceğini sanacak kadar küçüktü. Mardin Kızıltepe'de dar gelirli şoför bir babanın 12 yaşındaki oğluydu. 5. sınıfa gidiyordu, okuldan sonraysa el arabası ile yük taşıyordu.
 

21 Kasım 2004'te seferden dönen babasıyla birlikte evin önündeydi, Kaymaz ailesi için  sıradan bir sabah gibi başlamıştı her şey, ama bir anda evlerinin önünde polis tarafından tarandılar.  

Kuytulukta onların ölüm hesapları yapılmıştı, ihbar vardı, istihbarat vardı "onlar teröristti" kime düşerdi gerisini düşünmek?  
12 yaşındaki bedenine 13 kurşun sıkılmıştı (9 tanesi yakın mesafeden) ve ardından yanına çocuk kollarının kaldıramayacağı büyüklükteki bir kalaşnikof silah bırakılmıştı "eylem hazırlığındaki" "terlikli terörist" olduğunu kanıtlamak için.
 

Ölüm haktır ama zulüm ölümden de beterdir, haksızlık geride kalanların acısını katmerleyen büyük bir törpüdür. An be an, santim santim eritir. Uğur Kaymaz'ın ölümü de böyle bir şeydi ailesi için.
 

Çünkü sığınacak bir yerleri yoktu onların, hangi kitaptan, hangi nebiden, hangi vicdandan, hangi mahkemeden adalet isteyeceklerdi

Açılan davanın sonucu daha başından belliydi. Mahkeme "güvenlik gerekçesiyle" Eskişehir'e taşındı. 4 polis 12 yaşındaki terlikli, silahsız Uğur ve babası karşısında  "meşru müdafaada" bulunmuşlardı, bunu yüksek yargımız da teyit etti, defteri kapattılar...
 

Uğur Kaymaz ve babasının katledilmesinin üzerinden tam 8. yıl geçti. 12 yaşında öldürülen Uğur günbegün mezarında büyüdü delikanlı oldu. "Bu ülkede mahkemeler var, adalet var, yargıçlar var, demokrasi, hukuk var" diyenlere tokat gibi bir simge oldu. 

Ondan sonra da daha nice çocuğun canı alındı. Ölümleri meçhule sessizliğe ve adaletsizliğe mahkum edildi, çoğunun davası mahşere kaldı. Bize kalansa bol bol "Utanç Müzeleri" yapıp Uğur gibi masumların kanlı kazaklarını sergilemek...

Hüseyin Aladağ


28 Ekim 2013 Pazartesi

Bak yine senden bahsediyorlar Gözüm!

 
İnsanoğlunun birbirine bahşettiği en güzel şeylerden birisidir, son istekleri yerine getirmek. İdam sehpasındaki bir adama ya da elektrikli sandalyeye oturtulmuş bir suçluya, bildiğim kadarıyla hangi inanç ve ülkede olsun fark etmiyor, son isteği sorulup yerine getiriliyor. Bu son istek bazen güzel bir yemek, bazen de bir sigara bile olabiliyor.

Ama dünyadaki herkes bazen idam sehpasındaki o adamlar kadar bile şanslı olmayabilir. Son isteği yerine getirilmeden, gözleri açık bir şekilde bu dünyaya veda edebilir. Hem de hiç suçu, günahı yokken.

Ahmet Kaya ne bir idamlıktı ne de suçlu ama yine de son isteği yerine getirilmeden aramızdan ayrıldı.

Bir yılı aşkın süren zoraki sürgün zamanlarında, kendisiyle yapılan her röportajda söylediği tek şey vardı."Oraya gitmem lazım" o kadar çok gitmek isteği yerse, kaçıp terk etmek zorunda kaldığı ülkesiydi.

Belki de sadece o "vatan hainliği objesine" çevirdikleri yeni arabasıyla Boğaz Köprüsü’nden bir daha geçmek istiyordu ya da Samatya'yı yeniden görmek. Elleri paltosunun cebinde Beyoğlu'nda eskisi gezmek istiyordu.

İnsanın aklı almıyor bir “vatan haini” bunları neden istesin? Ama hiçbir isteği yerine getirilmedi dahası o isteklerinin bilenmesine bile izin verilmedi.

Hakkında çıkan iddialara, yalan haberlere verdiği cevaplar, gönderdiği tekzipler, basın açıklamaları hiçbir yerde yayınlanmıyordu.

Onu kahreden bu haksızlık, ruhunu teslim ettiği gün de son bulmadı, daha ettikleri küfürleri, yaptıkları haksızlıkları yeterli bulmayanlar vardı. Bu birkaç sene öncesine kadar da bu böyle devam etti.
Ancak tüm bu kara propagandalarına rağmen hiçbir şey istedikleri gibi gelişmedi.  

Ahmet Kaya’nın şarkıları ve verdiği mesajlar zamanla kendiliğinden insanların gönlünde ve vicdanında yer buldu.

Doğru bildiği yanlışlarla hayatını idame ettirmeye çalışanlar bile karşı koyamadı, o şarkılara. Belki de bu yüzden, medya alacağı reyting ve tirajları da hesaba katıp Ahmet Kaya sansürünü birkaç sene önce kendiliğinden bitirdi. 2007 yılından önce bir televizyon kanalında Ahmet Kaya haberi yapmak hiç de kolay değildi!

Şimdilerde şarkılarının prime time’da yayınlanan programlar ve dizilerde kullanılmasının yanı sıra siyasi arenada da hayatı, düşünceleri sanatı ve hep gündemde. Sosyal medyanın hayatımıza girmesinden sonraysa, Ahmet Kaya’dan bahsedilmeyen bir tek gün bile yok.

Şimdi hepimizi şaşırtan bir sürprize daha tanık oluyoruz. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün Ahmet Kaya’ya verileceği duyuruldu.

“Müziği, yorumu ve söylemiyle farklı görüşlerden çok sayıda insanı bir araya getirdiği” gerekçesiyle müzik alanında Ahmet Kaya ödül’e görülmüş. Tıpkı 13 yıl önce olduğu gibi...

Bunu küçümseyecek değilim, iyi niyetli ve cesur bir jest ancak kimse de kusura bakmasın, Ahmet Kaya’nın hayatı, düşünceleri ve müziği bu gerekçeyle ödül alacak kadar oportünist ve basit değildi.

Eğer öyle olsaydı zaten hayatına mal olan ve bir ödül aldığı o gecede çıkıp “ben artık ben olmak istiyorum” demezdi. Zirvedeki hayatını aynen devam ettirirdi. Aklından zoru mu vardı da, 90’lı yıllar gibi bir zamanda çıkıp “Ben Kürtçe şarkı söyleyeceğim” dedi.

Bu ülkenin birçok sanatçı ve aydınına öldükten sonra değer verdiğini Ahmet Kaya’da çok iyi biliyordu. Yılmaz Güney’den Nazım Hikmet’e kadar birçok örnek vardı önünde. İşte o yüzden bugünleri de önceden tahmin etmişti.

28 Temmuz 1999'da Paris’te yaptığı son basın toplantısında "Ben klasik bir kadere teslim olmak istemiyorum ve öldükten sonra değil şimdi anlaşılmak istiyorum" demişti.

Sanırım bugün Ahmet Kaya'nın bahsettiği o zamanları yaşıyoruz, bizim gibi onu sevenlerin tek tesellisiyse Ahmet Kaya'nın bu ülkede böyle günbegün büyüyüp efsaneleşmesi, ona o haksızlıkları reva görenlerin gözü önünde oluyor...


Her şeye tanıklar umarım birgün o yaptıklarıyla yüzleşme yürekliliğini de gösterirler...
Hüseyin Aladağ

27 Ekim 2013 Pazar

HDP'nin sihirli değneği de olacak mı?



Hiç denenmeyen bir şey değil, ancak bu kez herhalde Gezi eylemleri ve sonrasında oluşan toplumsal duyarlılık nedeniyle daha çok tartışılıyor ve önemli görülüyor, Kürt siyasi hareketinin Türkiye'nin gerçek solcularıyla seçim koalisyonu kurması.

Şöyle kağıt üzerinde baktığınızda, HDP gerçekten hem göze hem de kulağa çok hoş geliyor, içerisinde bu ülkedeki türlü zorbalıklara ve hukuksuzluklara sessiz kalmayan birçok değerli insan var.

Türkiye için olması gereken alternatif bir parti gibi görünüyor. Ama bir de olayın diğer tarafı var. Peki ya Kürtler ve Kürt Meselesi için HDP ne yapabilir, bir mucize yaratabilir mi?
Çünkü HDP’nin asıl sermayedarı ve tabanı Kürtler, neleri varsa bırakıp oraya gelmeleri isteniyor…

Bana göre HDP'nin Kürt Meselesi'nin çözümünde BDP'den daha fazla yapacağı bir şey yok. Hem Türkiye siyasetini yönlendirmesi hem de alacağı oy oranları arasında, dengeleri değiştirecek bir fark olmayacak aksine ters tepme ihtimali bile daha fazla var.

Batıda kuruş hesabı yaparken Doğu ve Güneydoğu’da binleri kaybedebilir. Neden mi?

HDP genellikle sol motifli demokrat kimlikleri bir araya getiriyor ancak genel olarak İslami jargona ve siyasete uzak fakat herkes çok iyi biliyor ki bu ülkede Kürtlerin büyük bir İslami hassasiyeti var. O yüzden bölgedeki boşluk hep başkaları tarafından dolduruldu.

PKK ve son siyasi temsilci BDP bunu fark ettiğinde biraz geç olmuştu, sivil imamlar ve Cuma namazları ses getirdi ancak başkalarının doldurduğu alanları geri almaları için yeterli olmadı.

Bu ülke kurulduğu günden beri halk sürekli değiştirilmek, başka bir kılığa sokulmak isteniyor. Bunu bazen şapka kanunlarıyla bazen tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla bazen de kanlı bir şekilde yapmaya çalıştılar ancak başarılı olamadılar.

Bugün geriye dönüp baktığımızda Cumhuriyetin 90. yılında bile işte o gün yapılan hataların, sancılarını çekiyoruz. Laik olalım derken antidemokratik hukuksuz bir ülke oldular.

Bugün AKP'yi iktidara getiren şey de onların çok iyi olması değildi, rakiplerinin çok kötü ve halkın gerçeklerine rağmen siyaset yapmaya çalışmasıydı.

Mesela yılların, halkın gönlünde taht kurmuş Karaoğlan’ı, meclise başörtüyle giren Merve Kavakçı'ya "şu hanıma haddini bildirin" dediğinde emin olun sadece geleceğini değil, geçmişin mirasını da bir çırpıda tüketti.

Yıllarca Türkiye halklarının inançlarına ve gerçeklerine saygı duymayanlar buna göre siyaset yapmayanlar zamanı geldiğinde tek tek silinip gittiler.

Şimdi konu daha çatallı ve riskli, 30 yılı aşkın bir süredir silahların hiç susmadığı, ölümlerin hiç durmadığı bir coğrafyada kanı-canı-malıyla özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren bir halkın kaderi söz konusu .

Yıllarca Kürtlerin İslami duyarlılığını önemsemeyip alanları Türk-İslamcı cemaatlere ve AKP'nin mirasçısı olduğu sağ partilere bırakanlar Altan Tan gibi biraz sert konuşan ama bir gerçeği dile getirenleri de dinlemek zorunda.



Çünkü HDP şu anki haliyle dar ve yetersiz. Türkiye solu İslam ve dine olan kadim reflekslerini bir kenara bırakıp Kürtler'e daha geniş bir çerçeveden bakmayı başaracak bir yapı değil.

Mahir Çayanlar’dan Deniz Gezmişler’den dem vurdukları kadar Seyit Rıza, Şeyh Sait hatta Said-i Kürdi ile barışık olmaları gerekiyor. O yüzden HDP bu haliyle Türkiye siyaseti için umut vaat edebilir ama Kürtler için yetersiz.

Hele hele Kürt Meselesi masadayken halkın gerçeklerini görmeyip, romantik sol bir rüyayı gerçekleştirmeye çalışmak bana göre çok riskli ve zaman kaybı.

Çünkü Kürt Meselesi artık deneme-yanılma yöntemlerini kaldırmayacak kadar hassas ve tehlikeli bir noktada.

Hüseyin Aladağ

twitter.com/normalgasteci

huseyinaladag.blogspot.com


23 Eylül 2013 Pazartesi

Anti-kapitalist olmanın zamanı mıydı?


Hadis ve ayetleri referans alıp 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkacaklarını duyurduktan sonra tanıdım onları, İhsan Eliaçık'ın açık bir buluşma yeri olarak kullandığı, Fatih'teki küçük odasında birkaç kez röportaj yapmıştım kendisiyle...

Tüm önyargılara, küçümsemelere rağmen 1 Mayıs'ta da alanlara inerek dosta düşmana kendilerini kabul ettirdiler. İddia edildiği gibi, sadece bazı aykırı İslami fikirleri taşıyan bir grup insan değillerdi.

Son zamanlardaki politikaları ve reddi miras etmedikleri kadim devlet refleksiyle bu ülkedeki binlerce kişiyi hayalkırıklığına uğratan, yeni muktedirlere söyleyecek sözleri ve karşı çıkmaları gereken birçok icraatları vardı.

İşin ilginç tarafı, ilk çıktıklarında onlara tepki gösterenler sadece İslamı ve müslümanlığı kendi tekellerine alan, kendileri gibi düşünmeyelere hemen hazır etiketler yapıştıran çevreler değildi. Ulusalcı ve bazı sol kesimlerden de önyargılı tepkiler geldi.

"AKP'nin yeni oyunu" diyen de vardı, "Amerikan uşakları" diyen de, hızını alamayıp "solcuların oyuna göz dikenlerin yeni oyunu" diyen büyük teorisyenlere de rastladık... Solculuğu İslam karşıtlığı zannettiği için tuhaf tuhaf laflar söyleyenler de az değildi.

Bana göre aradan geçen zaman, onların kim olduğunu ziyadesiyle ortaya koydu. İktidara ve tüm antidemokratik uygulamalara verdikleri tepki, ön yargılı bir şekilde "şov yapıyorlar" diyenleri utandırmıştır umarım...

Hatta Gezi eylemleri sırasında yaptıkları eylem ve protestolar o kadar çok rahatsız etmiş ki, adlarındaki müslüman kelimesine rağmen içişleri bakanlığının raporunda antikapitalist müslümanlar da "marjinal örgüt" olarak nitelendirilmiş!

Gerçekten de marjinallerdi, çünkü böyle bir zamanda, İslami jargonu kullanarak mücadele vermenin mümkün olduğunu gösterdiler. İslamı referans alan muhalefetleriyle sosyal-ekonomik ve dini anlamda bu ülkede birçok kişinin ezberini de bozdular.

Tabi tüm bunların bir de bedeli vardı, grubun önderliğini yapan İhsan Eliaçık uzun süredir baskı altında, sataşmalar, tehditler ve yaftalamalar almış başını gidiyor.

Tüm bunları görünce, insan soramadan edemiyor; gerçekten "Antikapitalist Müslüman" olup eyleme geçmenin zamanı mıydı?

Birçok alanda hükümete yakın olanların ihya edildiği bir dönemde, iktidara ve düzene karşı gelip,  politikalarını eleştirmenin vakti miydi?

Müslüman gençler olarak, şimdiki muhalif tavırlarının aksine, hükümet taraftarı olarak el üstünde tutulacakları bir dönemde, acaba muhaliflerin ve ezilenlerin yanında olmanın kazançlı ne tarafı var?

"Uludere için akıtılan gözyaşı PKK'ya cansuyudur" diye yazıp sonra akil insan seçilmek varken, içişlerinin "marjinal örgüt" raporlarına girmek manktıklı mı Sayın Hocam?

İftarda bir kanalda, sahurda başka kanalda program yapacak kadar çalışıp para kazanmak dururken, neden zor olanı seçtiniz?

Biliyorum bazıları bu tavrı ve muhalefeti hiç anlamayacak, yaftalayıp şeytanlaştırmaya arkasında türlü türlü oyunlar, menfaat ilişkileri aramaya devam edecek.

Çünkü onların demokrasi ve insan hakları sınırları keskin ve bellidir. Kendi canlarını acıtan sorunlar çözüm bulduğunda sanıyorlar ki, bu ülkede yaşayan herkes aynı şekilde bu nimetlerden nasipleniyor ama öyle değil. Bu gerçeği görmek bazıları için çok zor, bazıları için de gördüğünüz gibi muhalefet edecek kadar kolay...

İşte o yüzden sokaklarda "Mülk Allah'ındır" diyenlere bu kadar kolay "marjinal örgüt" yaftası yapıştırılıyor...



Hüseyin Aladağ
twitter.com/normalgasteci

huseyinaladag.blogspot.com

18 Eylül 2013 Çarşamba

Öğretmen mi lazım ucuz mevsimlik işçi mi?

 
Bu topraklarda büyüyen her çocuğun kulaklarında çınlayan en ünlü cümledir; "Çocuğum oku adam ol, bir baltaya sap ol". Hangimiz duymadık bunu, hangimiz babaların 'yavrunu bilinçlendir hanım, okusun" telkinine maruz kalmadık.

Ama hepsi yanıldı, bu ülkede okumakla ne adam olunuyor, (müfredatın içeriğinden bahsetmiyorum bile) ne de bu sistem kimsenin bir baltaya sap olmasına izin veriyor. Üniversiteli işsizler ordusu giderek büyüyor...

Ömrünün yaklaşık 25 senesini ipotek altına alıp, seni okullara, sıralara ve bir türlü bitmek bilmeyen sınavlara mahkum edenlerin, tüm bunların karşılığında sana vaadettikleri meslek, şimdilerde 30-40 yaşına kadar girdiğin sınavlardan başka bir şey değil.

Bugün artık her yerde, anne babaların okutup ama halen bakmak zorunda olduğu mahçup evlatlara rastlamak mümkün.

Örneğin iletişim fakülteleri basın ve medya dünyasına eleman yetiştirmek yerine, çağrı merkezlerine ucuz iş gücü sağlamaktan başka bir işe yaramıyor. TRT gibi devlet kurumlarında kimlerin istihdam edildiğiyse artık bir sır değil. 

Bu sadece iletişim fakülteleri için de geçerli değil, birçok meslek grubunda da aynı tablo var. Son yıllarda en çok ön plana çıkansa devletten iş bekleyen öğretmenler.

Devlet baba 25 senenin ardından, 'Keloğlan'a kızını vermek istemeyen padişah" misali KPSS'lerle önlerine türlü türlü engeller çıkarıyor. Deneme-yanılma merkezine dönen milli eğitim sistemiyle binlerce kişinin her yıl sabrı sınanıyor.

Her gelen yeni bakan, döneme damga vurmanın peşinde, sürekli sistemi alt üst eden kararlar alıp, binlerce kişiyi kobay olarak kullanıyorlar. Öğrencilerle öğretmenler bir süredir o muhteremlerin laboratuvar malzemesi olmuş durumda.

Örneğin bundan birkaç sene önce sınıf öğretmenliği en gözde meslekti ve üniversiteye girişte puanı bir hayli yüksekti ancak 4+4+4 sistemiyle neredeyse işe yaramaz hale getirildi. Şu anda binlerce sınıf öğretmeni, bir ilkokul mezunu kadar vasıfsız ve işe yaramaz.

Çünkü eğitimini aldıkları o işten başka yapacakları birşey bilmiyorlar, onlar sadece okudu. Üstelik 4+4+4 sistemi bir fiyaskoyla sonuçlanmasına rağmen, inatla bundan geri adım atılmıyor.

Olayın vehameti ve zorbalığı bunlarla da sınırlı değil, binlerce kişi sırf kontenjanlar dolu olduğu için de atanmamış değil, ihtiyaç olmasına rağmen atama yok, çünkü devlet bir öğretmen yerine 3 ucuz işçi çalıştırmanın formülünü bulmuş.

Okulu bitirip, stajını yapan ve KPSS'ye giren onca hazır öğretmen varken milli eğitim onlar yerine ucuza ücretli öğretmen çalıştırıyor.

Maliye, işletme, veterinerlik hatta 2 yıllık gıda mühendisliği bölümünü bile bitirenler, 4 yıllık eğitim alan sınıf öğretmenlerinin yerine okullara gönderiliyor.

Hafta sonları ücret ödenmeyen, tatillerde para verilmeyen, hiçbir güvencesi olmayan mevsimlik işçi statüsündeki bu  bu ücretli öğretmenler sayesinde, bir öğretmen fiyatına 3 kişi çalıştırılıyor.

Nereden bakarsanız bakın, zalim, haksız ve insanları karın tokluğuna çalıştıran köleci bir devlet sistemi. Tüm bunlara rağmen günümüzün en gözde kelimesiyle "adalet ve kalkınma"
Sırf hazine açık vermesin, sırf birilerinin ekonomi istatistikleri olumlu görünsün diye gencecik hayatlar sömürülüyor. 30-40 yaşına kadar halen kurslara, sınavlara mahkum edilen insanlar yaşıyor bu memlekette.

Olayın bir de öğrenci tarafı var. Binlerce sınıf öğretmeni boştayken 2 yıllık gıda endüstrisi mezunu sırf ucuz diye 9 aylığına istihdam ediliyor.

Kimse de çıkıp sormuyor, gıda teknisyeni okula yeni başlayan çocuklara ne öğretecek, onlarla nasıl bir iletişim kuracak? Bu çocuklara okuma-yazma öğretme becerisi var mı? Öğretmenlik bu kadar alelade bu kadar sıradan ve basit bir şey mi?

Sanırım bu ülkede kimsenin bu tür şeyleri düşündüğü yok. Bizim  için önemli olan, bir sıraya 3 öğrenciyi oturttuğumuz sınıflara, sadece göz kulak olacak ucuz ve hiçbir güvencesi olmayan bir işçi görevlendirmek.

Gerisini gazetelerin pembe badanalı ekonomi sayfalarından izliyoruz zaten. "Her şey çok güzel, enflasyon düştü, ihracat arttı. istihdam rakamları olumlu..."

Merak ettiğim şeyse, madem her şey iyiye gidiyor, savaşlara, olimpiyatlara ve birbirinden çılgın projelere harcayacağımız o kadar imkanımız ve paramız varsa bu insanlara neden eziyet ediliyor?

Binlerce kişi boş kontenjan olmasına rağmen neden karın tokluğuna çalıştırılıyor, yoksa bu da mı bir türlü bitmeyen milli eğitimin bir parçası?


twitter.com/normalgasteci
huseyinaladag.blogspot.com

4 Eylül 2013 Çarşamba

Ahmet Kaya yaşasaydı bugün yine Erdoğan için şarkı söyler miydi?

 
Bazen doğru bilip savunduğumuz ve yaptığımız bir hareket bir süre sonra bizim için utanç kaynağı olabilir. Özellikle de Türkiye gibi popülizmin hiç tribünden inmediği ülkelerde.
 
Ahmet Kaya olayı mesela, o gece o salonda Kaya'ya gururla, siperden düşmanın üzerine atlayan bir asker edasıyla saldıranlar bugünlerde yaptıklarından utanıyor, ya da öyle bir şey yokmuş gibi davranıyorlar. Serdar Ortaç gibi o gecenin amigoluğunu yapanlarsa özür dileyip pişmanlığını dile getiriyor.
 
İşin tuhaf tarafı, o gece Ahmet Kaya'yı, ne bu ülkenin en azılı milliyetçileri, ne sağcıları, ne de 'ya sev ya da terk et' diyen kafa linç etti.
 
O gece tüm bunları yapanlar, Türkiye'nin 'ödüle layık görülen' gözde sanatçıları, şarkıcıları, gazetecileri, yapımcıları ve oyuncularıydı.
 
Ahmet Kaya olaydan bir yıl sonra hayatını kaybetti ve aradan neredeyse 14 yıl geçti, bu süre zarfında onu bir delilik haliyle şeytanlaştırmaya çalışıp ülkeyi terketmesini sağlayanların üzerindeki kara leke  günden güne büyürken, Ahmet Kaya sanatı, şarkıları, onurlu demokrat duruşu ve söylediği sözlerle günbegün büyüdü, efsaneleşti.
 
Son olarak, Başbakan'ın hayatının anlatıldığı 'Ustanın Hikayesi' adlı programda, yine Ahmet Kaya'nın bugün bir onur abidesi olarak sunulan sözleri vardı.
'Şarkı söyleyen ve şiir okuyan insanların tutuklanmadığı, tutuklanmayacağı cumhuriyetlerde bir daha görüşmek üzere diyorum'
 
Gerçekten hukuksuz bir şekilde cezaevine yollanan Tayyip Erdoğan'ı, o gece yalnız bırakmamıştı Ahmet Kaya. Kimseye yaranmak için değil, kimseden bir şey beklemeden, sadece inandığı ve doğru bildiği değerler için o gece Kazlıçeşme Meydanı'ndaydı Ahmet Kaya.
 
Ahmet Kaya'nın o zamanlardaki duruşu şimdi Başbakan Erdoğan için bile bir referans, hayatını anlatan belgeselde yer bulacak kadar değerli bir duruş.
 
Peki tüm bunlar hiç yaşanmasaydı, Ahmet Kaya şimdi hayatta olsaydı ve Ak Parti'nin bu son dönemdeki iktidarını görseydi yine o belgeseldeki gibi konuşup destek verir miydi, Şafak Türküsü'nü onun için seslendirir miydi? Ya da Başbakan'la aralarındaki dostluk böyle devam eder miydi?
 
Hiç sanmıyorum, Ak Parti özellikle 2010 referandumundan sonra o kadar çok yanlış şeyler yaptı ki, yaşayan bir Ahmet Kaya kesinlikle buna sessiz kalamazdı. Hele de 600 günü aşkın süredir failleri aramızda olan Uludere-Roboski katliamı gibi bir mezalim dururken.
80'li 90'lı yıllarda bile sözünü sakınmayan Ahmet Kaya, Gezi olaylarındaki devletçi tavır ve Ali İsmail'in polisin gözü önünde ve iştirakiyle dövülerek öldürülmesine nasıl sessiz kalabilirdi?
 
'Barış istiyorsak karakollar neden yapılıyor' diye eylem yaptığı için katledilen ve daha sonra kirli bir propagandayla 'uyuşturucu tacirleri' diye lekelenmeye çalışılan Medeni için, elbet biz sözü olurdu.
 
Dahası Ahmet Kaya aramızda olsaydı, tıpkı KCK Davası'nda tutuklanıp, manşetlerle terörist ilan edilen Prof. Dr Büşra Ersanlı gibi muamele görmeyeceğini kim garanti edebilir?
 
Büşra Hoca'nın 28 Şubat'ta hangi tarafta olduğu, başörtü sorununda nasıl bir tavır takındığı ortada olmasına rağmen, Akit başta olmak üzere çok sayıda hükümet yanlısı medyada adeta infaz edildi.
 
Yazılarıyla, hem 90'lı yıllarda hem de Ak Parti iktidarının zor günler geçirdiği zamanlarda onların yanında olan Ahmet Altan'a şimdilerde yapılan muamele bile, bize bu konuda büyük bir fikir veriyor. 'Uludere'nin faillerini bulun' dediği için neredeyse hükümet yanlısı medyada her gün eleştiriliyordu.

 
Bunları söylememin nedeni sadece içinde bulunduğumuz kısır döngüyü göstermek. Mazlumken doğruyu görenlerin, muktedir olunca bir anda rol değiştirip zalim olması bizim gibi ülkelerin hep kaderi mi olacak? 
 
Muhalif duruşları nedeniyle fişlenip 'hain- terörist-devlet-vatan-millet-din düşmanı' yaftası yapıştırılan aydın, sanatçı ve siyasetçileri görmekten artık bıkmadık mı?
Son olarak, bu günlerde Gezi Olayları'nından nemalanıp, kendilerini devrimci veya özgürlük savaşçıcı olarak göstermeye çalışan malum ulusalcı kesime bir kaç sözüm var.
 
Ahmet Kaya'nın o gece otelin arka kapısından çıkarılıp götürülmesinin ve sonrasında yapılan kirli medya haberlerinin en büyük kaynağı ve destekçisi sizlersiniz.
Onun, hayatını, sanatını ve kişiliğini terörize edip bu ülkeden ayıran da sizlersiniz ve bugün o yaptıklarınız bir utanç duvarı olarak sürekli karşınıza çıkıyor.
 
Umarım birgün o duvarda günah çıkaracak kadar demokrasiden, hukuktan ve insan haklarından biraz nasiplenirsiniz.
Zira gördünüz gibi, hukuk, adalet ve demokrasi birgün herkese lazım oluyormuş!
 

twitter.com/normalgasteci
huseyinaladag.blogspot.com

6 Ağustos 2013 Salı

" Makyajlı Kadına Şiddete Son" Projeleri Ne İşe Yarıyor?

                    

Önce dans edip göbek attılar sonra birbirinden ünlü sanatçılara "nasıl dayak yemişlerdi" makyajı yaptılar. Duyarlı sivil toplum, duyarlı aile bakanlığı, duyarlı belediyeler ve duyarlı medya işbaşında. Şiddet gören Kadınlar, sevgililer, eski eşler hiç merak etmeyin dişinizi biraz sıkın, yakında kadına şiddet bitecek, sabır biraz daha sabır, kampanyamız ne kadar çok haber olursa dayak yememe şansınız o kadar artacak...

"kadına şiddete son" diye ortaya atılan anlamsız ve işe yaramaz popülist kampanyalardan gına geldi. Neredeyse "dayak yeme makyajı" yapılmayan sanatçı-oyuncu kalmadı, tuhaf tuhaf sloganlar ve fotoğraflarla yıllardır aynı şeyi ısıtıp ısıtıp, bize bu konuda ne kadar duyarlı ve şefkatli olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Ama her ne hikmetse o şiddet olduğu yerde duruyor.


Birisi de çıkıp demiyor, aslında sizler o çaresiz kadınlar için hiçbir şey yapmıyorsunuz, sadece medyanın ilgisini çekecek, haber olacak adı kampanya olan ancak kendisi popülist bir hareketten öte geçemeyen icraatlara imza atıp ortalıkta dolanıyorsunuz.


Bunun yerine aslında yapılacak daha basit ve daha kolay şeyler var, sizlerin baskısıyla devletin, yargının yapacağı şeyler.

Kadınlara yönelik şiddettin bitmesi için öncellikle insanın varoluşundan beri tercih edilen en basit yöntem uygulanmalı, ağır ve caydırıcı cezalar verilse acaba kaç erkek o kadınlara böyle kolay el kaldırabilir?

Sonra kadınların gördükleri şiddete karşı çıkmasını kolaylaştıracak, isyan edip gitmelerini sağlayacak imkanlar sunulsa, sığınacakları ve yaşayacakları evler olsa acaba kaç kadın dayak yediği adama mecbur kalır? Sığınmaevi derken 3 kişinin aynı yatakta yattığı yerlerden bahsetmiyorum.



Sonra hepimiz şapkamızı önümüze koyup biraz düşüneceğiz. Bu toplum, bu ülke ve aileler kadınına-kızına-annesine ve sevdiğine karşı bu kadar acımasız erkekleri nasıl yetiştiriyor? Hiç acımadan "ya benimsin ya da toprağın" mantığıyla cinayet işleyenler bu gücü bu cüreti nereden buluyor diye soracağız?

Yoksa Hülya Avşar'a, Burcu Esmersoya'a "dayak yemiş kadın" makyajı yapıp Mehmet Turgut'a fotoğraf çektirmekle sadece kadına şiddeti medyaya günü kurtaran bir haber malzemesi yaparsınız, Allah aşkına bu ve benzeri kampanyaların sonucunda hayatı değişen şiddet mağduru bir kadına rastlayan var mı? Tek bir kişi bile kurtarıldı mı bu yöntemle? 


Dediğim gibi bu projelere imza atanlar kadına şiddeti nasıl önlerim derdinde değil aslında, acaba hangi kampanyayla daha çok ses getiririm daha çok medyaya haber olurum derdinde... 

Bu gidişle önümüzdeki 8 Mart'ta, 8 kadın yetmeyecek, "ses getirecek, çarpıcı, ağzı burnu dağılmış, mağdur kadın makyajı" için daha çok sanatçı bulmanız gerekecek... 

twitter.com/normalgasteci

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Kafası karışık Feridun Düzağaç ve Ahmet Kaya!

Kim bu ülkede "Türküm demekten korkar oldum" derse bilin ki yalan söylüyordur. Bu ülkede çok saçma şeyler suç oldu, cezalandırıldı ama Türk olmak onlardan birisi değildi.
 
"Ne Mutlu Türküm Diyene" dediğiniz anda bu ülkenin etnik dini nedenlerden kaynaklanan birçok kronik sıkıntılarından muaf tutuluyordunuz.
 
O sihirli cümle sayesinde bu ülkede, bazı Kürtler  bakan, başbakan, işadamı, sanatçı oldu ama Kürt olamadı. Kürt olmak için kıpırdadıkları an Şerafettin Elçi gibi bakanlıktan alınıp cezaevine gönderildiler. Ahmet Kaya gibi linç edildiler.
 
Bildiğiniz bu şeyleri hatırlatmamın nedeni Feridün Düzağaç'ın birkaç hafta arayla yaptığı açıklamalar. Bohem ve kendine has bir tarzı olan Düzağaç önce Balçiçek İlter'in programında şaşırtan bir açıklama yaptı.
 
"Türküm demekten korkar oldum" dedi. Aslında özgür ve demokratik bir ülkede bu sözün şaşılacak bir tarafı yok ancak barış sürecinin start aldığı bir dönemde bu söz başka anlamlara geliyordu.
 
"Türküm demekten korkar oldum" cümlesi şimdilerde bir avuç olmalarına rağmen organize olup Akil İnsanlar'a saldıran, toplantılarını provoke eden, barış sürecine karşı çıkan, PKK'nin sınır dışına çekilmesi gibi Türkiye'nin menfaatine olan bir olayda bile buzağı arayanların sloganı.
Feridün Düzağaç belki onlarla aynı fikirde değildi ama söylediği o cümlenin başka bir anlamı da yoktu.

 Sırf "Türküm" dediği için cezalandırılan, rütbesi sökülen, işi elinden alınan hayatı altüst edilen kaç kişi var? Bu duruma düşen bedbahtları tanıyan var mı?
Feridun Düzağaç gelen tepkiler sonrası Gaziantep Üniversitesi'nin 40'ıncı yıldönümü kutlamalarında bir açıklama daha yapma gereği duydu.
 
"2005 yılında Ahmet Kaya'nın 'Dinle sevgili ülkem' albümünde yer aldığımda 'beni vatan haini' olarak suçlayanlar o gün benden 'Türk Milliyetçisi' yapmaya çalıştılar." dedi.
 
Feridün Düzağaç'ın bu sözlerine katılmamak elde değil ama sonrasında söyledikleri bir endişeden daha çok bir kafa karışıklığını işaret ediyor.
 
"Ben bu ülkenin artık savaşlar ile kan kaybetmesini istemiyorum. Büyük bir çoğunluk çözüm sürecine karşı değil ama süreçten sonra ne olması gerektiğini bilmek istiyor. "
Barış süreci başladığından beri en sık duyduğumuz cümlelerden birisi de bu; "Barış süreci iyi de sonra ne olacak?"
 
Yıllarca savaşın sonucunu merak etmeyenler, ülkenin binlerce kilometrelik toprağına mayın döşenip eski Kamboçya'ya çevrilmesine ses çıkarmayanlar, PKK'nin sınır dışına çekildiği bir barış sürecinin sonucunu acaba neden bu kadar çok merak ediyor? Barışın savaştan daha çok şey kaybettireceğini düşünmek mantıklıysa o zaman sorun yok.  

Örneğin bu savaşta daha çok kayıp veren Kürtler neden bu soruyu sormuyor? Kürtler'e Firdevs cennetleri mi vaat edildi?
 
Feridün Düzağaç'ın "Türküm demekten korkar oldum" sözlerini duyduğum anda. "Aha dedim barış yolunda bir kayıp daha verdik" ama yeni açıklamaları gösterdiki süreç karşıtı değilmiş sadece kafası biraz karışık.
 
O kafakarışıklığını gidermek, aslında o kadar da zor değil. Örneğin Ferdün Düzağaç hiç durup düşündü mü?
 
2005 yılında Ahmet Kaya şarkısı okuduğu için neden "vatan haini" ilan edildi ya da şarkısını okuduğu o adam neden bu ülkeyi terketmek zorunda kalmıştı?
 
Ahmet Kaya o gece, sanatçıları, gazetecileri, yazarları ve bu ülkenin kendisi gibi ünlü isimlerini kızdıracak nasıl bir günah işlemişti? "Türküm" dediği için linç edilip sürgüne gönderilmediğine hepimiz şahidiz....
 

twitter.com/normalgasteci

Uludere'den Reyhanlı'ya televizyon haberciliği!

 


Öğrendiğimde olayın üzerinden saatler geçmişti. Karlı dağların, kayalıkların içinden çıkarılıp katırlarla getirilen cesetler çoktan soğumuştu. Hatta o kadar zaman geçmişti ki insanların ağlamaktan sesi kısılmıştı.
 
Bir traktörün römorkörünü tıka basa dolduracak kadar ceset üst üste yığılmıştı. Bir mahşer yeriydi orası, gerçek olmayacak kadar kötü ve vicdanları emip süngere çevirecek kadar acımasız bir olaydı Uludere ölüleri.
 
Birkaç saat içinde tüm dünya duydu o katliamı, fotoğrafları görüntüleri internet sayesinde uzaya ulaştı ama sen o katliamın üzerinden saatler geçmesine rağmen gözünü sımsıkı kapatmaya devam ettin.
 
Haber merkezlerinde ıkına ıkına Tsk.gov.tr'den gelecek "bunlar külliyen yalandır" açıklamasını bekledin.
Böyle tam 18 saat geçti. Resmi ağızların bıdı bıdısından sonra nihayet özenle seçilmiş, montajla tüm ürpertisi alınmış görüntülerle "Uludere'de 34 kişi hayatını kaybetti olay operasyon kazası" diyebildin.
 
O günden bu güne pek bir şey değişmedi aslında, yine bir katliamla sınanıyorsun. Uludere'den Reyhanlı'ya...
Ancak bu kez hükümet yargı ve RTÜK senin imdadına çabuk yetişti. Zaten gidip, görüp, yazmak istemediğin Reyhanlı katliamı için yasak kararı verdi.
 
Gerçekten yasak olmasa ne diyecektin? Ajansın geçtiği görüntüyü, muhabirin verdiği bilgiyi, yaptığı tüm röportajları olduğu gibi verebilecek miydin?
 
Sakın "basın özgürlüğü, haber alma hakkı" efsanesinden bahsetme, sen onları zaten uzun süredir gönüllü ipotek ettirmiştin. Şimdi "yasak var o yüzden yazamıyoruz, görüntü veremiyoruz " yalanına sığınma.
 
Bugün bir savcının isteğiyle, bir mahkemenin kararıyla, milyon liralar verip RTÜK'ten HD yayın için  frekans aldığın televizyonunda, 50'den fazla insanın öldüğü bir katliamın haberini veremiyorsan suç senden başkasında değil.
 
Çünkü hiç itiraz etmiyorsun, onca avukatına ve geniş imkanına rağmen "ben bu kararı tanımıyorum bu haberi vermek zorundayım" diyerek o mahkeme kararlarını mahkemelere taşımıyorsun. İtaat ediyorsun sadece.
 
Adın haber kanalı ama ülkenin siyasilerinin "cumhuriyet tarihimizin en kanlı saldırısı" dediği olayı veremiyorsun.
Her neyse daha fazla uzatmaya gerek yok. Türkiye'de televizyon haberciliği zaten toptan yasaklanmalı.
 
Bazı haberleri sen gönüllü sansürleyip vermiyorsun, bazılarını da devlet vermeni istemiyor geriye ne kaldı?
 
En iyisi mi sen bültenlerine bol bol "yaza hazırlık, selülitlere-kilolara son" haberleri yap. Riski yok reytingi bol.
Bu aralar vatandaşın yine-yeniden-bir kez daha  merak ettiği en önemli şey bu, malum önümüz yaz...
 

twitter.com/normalgasteci