10 Eylül 2014 Çarşamba

Şivan Perwer'den tam olarak ne istiyorsunuz?


Aslında Şivan Perwer ve uzun zamandır onu hak etmediği kalıplara sokanlar hakkında söyleyecek pek bir şey kalmadı. Ancak buna Selim Temo gibi bir kalemde dahil olunca, yeniden bazı şeyleri hatırlatma gereği hissettim. 

Selim Temo bir söz ustası, o yüzden onun Radikal'de yazdığı "Hangi Şivan" yazısına cevap verecek kadar kelimelerle aramız iyi olmayabilir ancak bazı hakikatleri anlatmak için de fazla süslü cümlelere gerek yok.

Sayın Selim Temo yazısında kısaca Şivan'ın eski mahallesini ve devrimciliği terk edip yanlış yola girdiğini ileri sürmüş. Cümlelerine özenle "viski" ve Tarkan" kelimelerini de ekleyip Şivan'ın girdiği yeni yolun ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya çalışmış.

Şivan Perwer'in 40 yılda yaptığı tüm iyi şeylerin yanına kötü ve yanlış olduğunu düşündüğü şeyleri de yazıp o kıymetli geçmişini bir çırpıda sıfırlamış. Şivan Perwer'i ve şu anda durduğu yeri bilmeyen biri, bu yazıyı okusa Şivan Perwer İstanbul'a yerleşip, bir gazinoda sahneye çıkmaya başlamış sanır. 

Selim Temo'nun duygusal ve vicdanlı kalemine rağmen nereden bakarsanız bakın, yanlı, maalesef hakaret dolu ve birilerini memnun etme gayreti gösteren bir Şivan Perwer taşlaması olmuş yazı.

O yüzden yeni başlayanlar için kısa bir Şivan Perwer hatırlatması yapmamız gerekiyor.
Kürtçe şarkıların yasaklı olduğu, o uzun ve zor yılların efsane sanatçısıydı Şivan Perwer. Kürtler arasında şarkıları kadar ismi de saygıyla anılırdı. Kürt Müziği denince listenin ilk sırasında hep o vardı.

Türk kamuoyuysa ondan uzun yıllar bihaber olsa da şarkılarından fazlasıyla yararlanıyordu. İbrahim Tatlıses'in başını çektiği birçok sanatçı onun Kürtçe şarkılarının içini boşaltıp Türkçe'ye çeviriyordu.

Yıllar geçtikçe ve sürgün uzadıkça Şivan'ın yaptığı eserlerde giderek anlam kazanıyordu. Örneğin Halepçe mezalimini hiçbir tarih, hiçbir vicdan ondan daha dokunaklı daha iyi anlatamaz.

"Mıhemedo" sadece bir şarkı değildir 30 yıllık bir savaşın nağmelere sözlere işlenmiş kısa bir hikayesidir. Cegerxun'un "Kine em" şiiri onun sayesinde inkar ve imhaya karşı milyonlara ulaşan bir manifestoya dönüştü.

Ancak tüm bunlara rağmen Şivan’ın PKK ve aynı çizgideki isimlerle yıldızı bir türlü barışamadı.

Öcalan'ın yakalanması ve Şivan Perwer'in Irak Kürdistanı'yla sıcak ilişkiler kurması bu görüş ayrılığını daha da derinleştirdi. Avrupa'da fiziki saldırılara varan tepkilere maruz kaldı. Tepkiler çoğaldıkça Şivan'da onlara karşı sert sözler kullanmak zorunda kaldı.

2003 yılında Berlin'de verdiği konserde sahneye fırlayan bir gencin, elinden sazını alıp kırmaya çalışması, bir utanç görüntüsü olarak kayıtlara geçti.

Avrupa'da konser vereceği düğün salonlarına sahte bomba ihbarı yapılıp, konserleri sabote ediliyordu. Bir süre önce Ruşen Çakır'a  Öcalan'ın, kendisi içinde bir mesaj gönderip "Şivan'ı rahat bırakın!" demesini istemesi, sanırım içinde bulunduğu çaresizliği gözler önüne seriyordu. Hiç düşündünüz mü Şivan Perwer gibi bir isim Öcalan'dan neden böyle bir çağrı yapmasını istiyor?

Peki Şivan'ın attığı her adım doğru muydu? Tabiki değil, örneğin 30 yılı aşkın bir süredir sürgünde olan ve defalarca yapılan tüm çağrılara rağmen "dönmek için uygun zaman değil" diyen Perwer'in bir AKP organizasyonu olan Diyarbakır'daki törene katılması büyük bir hataydı.

Herhalde 37 yıl boyunca bir siyasi partinin seçim malzemesi olmak için sürgünde beklemedi. Kürt Halkı onun dönüşünü Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda vereceği tarihi bir konserle hayal ederken, Şivan'ın Ak Parti'nin bir organizasyonuyla dönmesi büyük bir hayalkırıklığı oldu.

Bunda hemfikiriz ancak tüm bunların yaşanmasında sadece Şivan'ın hatası yoktu. Yıllardır Avrupa'da sırf aynı görüşte olmadığı gerekçesiyle baskıların fiziki saldırıların hedefinde oldu. 

Kürt siyasal hareketinden adeta özenle uzaklaştırıldı. Örneğin uzun yıllardır Kürt kanallarında Şivan Perwer'in kliplerinin, şarkılarının neden yayınlanmadığının cevabını verebilir mi Sayın Selim Temo?

Bu sansürün nedeni de mi Şivan Perwer'in Bülent Arınç'la elele fotoğraf çektirmesi?
Artık Lenin'den Marks'tan bahsetmediği için mi, yoksa melodik devrimciliğin Kürtler'in yarasına merhem olmadığını gördüğü için mi kıymetli değil?

 Hem Şivan'dan siyaset üstü bir kişi olup sadece sanatını icra etmesini isteyip, hem de kendileri gibi düşünmüyor diye suçlamak ne kadar doğru?


Üstelik iddia edildiği gibi de Şivan Perwer her şeyi, bir kenara bırakıp keyif yapmıyor. IŞİD çeteleri nedeniyle tarihlerinin en vahşi saldırılarından birini yaşayan Irak Kürtleri'nin yanında. 

Defalarca mevzileri ziyaret edip, peşmergelere moral vermeye çalıştı. Onlar için yeni bir şarkı ve klip hazırladı. Rojava'dan giden mültecilere konser verdi. Dahası buradaki gelişmelere de hiçbir zaman bigane kalmadı. 

Ölüm oruçları sırasında sazını alıp cezaevindeki tutsaklarla dayanışmak için Erbil'de açlık grevine başladığını sanırım herkes biliyor. Görmek istemeyenler, inkar edenler olabilir ancak Şivan Perwer sevabıyla günahıyla ve yapılan tüm "şeytanlaştırmalar"a rağmen halen Kürtler'in sanatçı listesinin en başındaki isimlerden biri. 

Yarın çoğu şey unutulabilir tarih bazı kişileri ve yaptıklarını es geçebilir ancak Şivan Perwer ve eserleri Kürtler'in tarihinde emin olun hep olacaktır. 

O yüzden bu tepkiler bana biraz Sezen Aksu'nun Türkiye'de belli kesimlerden gördüğü muameleyi hatırlatıyor. Sırf onlar gibi düşünmüyor diye, bazı Türkler Sezen Aksu'yu bazı Kürtler'de Şivan Perwer'i linç etmeye doyamıyor.

Hüseyin Aladağ 

1 Haziran 2014 Pazar

Ak Parti "doğudaki kalesi" Ağrı'yı neden kaybetti?



Ağrı Türkiye'nin en fakir ilidir. Yoksullukta en alt sıradadır. Eğitim ve sağlık hizmetlerini almada en alt sıradadır. Hangi klasmana koyarsanız koyun devletin üvey evladıdır.
En az devlet kadar özel sektörde de Ağrı'ya karşı soğuk ve nekes davranmıştır. Bugün Türkiye'nin en zengin işadamlarından birisi Ağrılı'dır.
Devletten aldığı ihalelerin, teşviklerin haddi hesabı yoktur ancak buna karşı memleketi Ağrı'ya bir çorap atölyesi açmayı bile aklına getirmemiştir. Doğubeyazıtlı işadamları için de Laleli her zaman Ağrı'dan daha cazip olmuştur.
Üstelik Ağrı siyasi olarak da son 15 yıldır çok fazla olay yaşanan kargaşa çıkan bir yer değildir, riski azdır.

Ağrı Kürt siyaseti, meselesi ve tarihi içinde simge bir yer olmasına rağmen uzun zamandır Ak Parti'nin kalesiydi. 2002 yılından sonraki ilk seçimde Ak Parti belediye ile birlikte 5 milletvekilinin 5'ni de aldı.
 
Üst üste 3 dönem belediyeyi ellerinde tuttular. Dahası Ağrı Türkiye ortalamasına göre Ak Parti'nin en yüksek oy aldığı yerlerden birisiydi. Peki Ak Parti'nin bu 12 yıllık Ağrı iktidarında kent için ne değişti?
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu soruya verilecek tek cevap hiçbir şeydir. Çünkü Ağrı'yı bir kale olarak gören iktidar maalesef bunun karşılığında oraya yatırım yapmayı, sağlık eğitim ve yoksullukla ilgili sorunlarını çözmede hiç aceleci davranmadı.

Yeni düzenlemeyle meclise 4 milletvekili(3'ü Ak Partili) gönderen Ağrı'nın saddece bir şeker fabrikası olduğunu herkes bilir. Ara sıra üretime ara verilse de kentin tek fabrikasıdır. Ak Parti'nin iktidarı döneminde de bu tablo değişmedi. Devlet eliyle işsizliği azaltacak tek bir hamle gelmedi. Halen Ağrı'da sadece bir şeker fabrikası var.
Alt yapı yok denecek kadar zayıfıtır. Her bahar yağmur mevsimi başladığında Ağrı'nın birçok mahallesini su basar. Ağrı'nın asıl geçim kaynağı olan tarım ve özellikle hayvancılıksa iktidar partisinin yanlış politikaları yüzünden iflas etmiştir.

 
İçinde doğalgaz boru hattı geçen kentte doğalgaz olmadığını söylemekse herhalde çoğu kişiye trajikomik gelecektir.
Ağrılı'nın her seçimde büyük yetki ve kredi verdiği Ak Parti bu cömertliğin karşılığını siyasi olarak vermediği gibi, ekonomik ve sosyal olarak da büyük hayalkırıklığı yarattı.

Seçim dönemlerinde kente gelen Başbakan'ın arkasında sıra sıra dizilen Ağrı milletvekillerinin mecliste Ağrı için kaç defa söz aldıkları ve kürsüye çıktıkları kayıtlarda mevcuttur.
Neredeyse yok denecek kadar azdır. Ağrı sadece bir defa Ak Partili bir vekil sayesinde gündeme geldi, o da dayak ve kocasından şiddet gördüğü iddialarıydı.
Ağrı'ya bir batı ilinin herhangi bir yoluna yapılan viyadüklerin bedeli kadar bile yatırım yapılmamıştır. Deprem fonundan alınan paralarla yapılan yollarsa her seçim dönemi Başbakan tarafından Ağrılılar'ın başına kakıldı. 

Halbuki gidip görenler bilir o yollarda yıllardır hep bir çalışma var ve tam bitti dediğiniz bir anda yeniden yeni bir çalışma başlar.
Anlayacağınız Ak Parti'nin 12 yıl boyunca kale olarak gördüğü Ağrı'ya bunun karşılığında verdiği bir yatırım yoktur.
 

Onlarda bunun farkında olacaklar ki seçime günler kale tüm bakanlar ve ağır toplar bir anda Ağrı'ya akın etti.
 
Sanki yıllardır kendileri orayı yönetmiyormuş gibi yeni projelerinden bahsetmeye başladılar. Seçmenlerin cep telefonunun mesaj kutusu birkaç günde bu projelerin vaatleriyle dolup taştı.
Düşünsenize seçime birkaç gün kala Ağrı'yı bir haftada 10 bakan ve üst düzey Ak Partili ziyaret etti. 12 yıllık iktidarlarında bile Ağrı'ya bu kadar bakan gelmemiştir.
Bunlar Ak Parti'nin Ağrı'daki ekonomik karnesiydi. Bir de Kürt Coğrafya'sı olan bu kentin siyasi tarafı var.
 

Başbakan son mitinginde bile Ağrı'da "tek millet" vurgusu yapmaktan geri durmadı.
Ancak asıl kırılma 30 Mart sonrası başladı. 

BDP'nin seçimi az bir oy farkla olsa da kazanmasına rağmen Ak Parti tarafından defalarca yapılan itirazlar ve oy sayımı bardağı taşıran son damla oldu.
Kibirli ve aşırı nobran bir edayla yapılan güvenlik uygulamaları yüzünden son 2 ayda kentin kimyası bozuldu. 


Polis ablukası ve Ağrı'nın caddelerinin bariyerlerle, güvenlik noktalarıyla işgal edilmesi herkesin canına tak etti.
 
Birçok Ak Partili seçmen bile buna isyan etti. Halkın iradesine tercihlerine saygı gösterilmedi.
Arkalarına aldıkları devlet gücü ve polis desteğiyle Ağrılılar'ın onur ve gururlarına dokunan hareketlerde bulundular.O kadar kibirli ve iktidar sarhoşu olmuşlar ki bunu göremeyecek kadar körleşmişlerdi.

Nihayet 1 Haziran'da Ağrılılar aradaki 10 oyluk farkı binlerce oya çıkararak, bu kibirli bünyelere esaslı bir tokat attı. 12 yıldır Ak Partiye'ye sonsuz kredi veren ve bunun karşılığında siyasi sosyal ve ekonomik olarak hiçbir şey alamyan Ağrı, verdiği mesajla 1 Haziran'da dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır.
Umarım bu sonuçtan olumlu bir anlam çıkarmayı başarır Başbakan Erdoğan ve partisi. Zira Kürt Coğrafyası devlet gücü ve polis marifetiyle siyaset yapılacak en son yerdir...

 
twitter.com/normalgasteci
huseyinaladag.blogspot.com

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Benim sanatçım işini bilir!



Bu ülkenin en büyük sorunlarından birisi bana göre aydın ve özellikle ünlü sanatçılarının çok korkak olması. Ülkede kıyamet kopsa umurlarında değil.

Sokaklar savaş alanına döndü, çocuklar katledildi, katliamlar yaşandı. Yıllardır binlerce insan hukuksuz bir şekilde cezaevlerine atıldı ama yine de onlar, başka bir ülkede yaşıyorlarmış taklidi yapmaya devam etti...

Devletten kaynaklanan her türlü hukuksuzluğa ve antidemokratik uygulamaya karşı söz söylememe konusunda neredeyse hepsi hemfikir. 

Bu ülkenin bir yarısında yıllardır yaşanan çatışmalar, ölümler ve tüm insan hakları ihlalleri onların gündemine hiç girmedi.

Sadece toplumsal duyarlılıkların ve baskıların ağır bastığı, herkesin kendisini bir şeyler söylemek zorunda hissettiği zamanlarda (asker cenazeleri-bombalı saldırılar) klişe mesajların dışında çoğu hiçbir zaman belirlenen o sınırı aşmadı. 

Olanları, yapılanları sorgulama gereği hissetmedi. Düşünün Türkiye gibi siyasetin ve politikacıların hiç gündemden düşmediği, her gün türlü tuhaflığın yaşandığı bir ülkede siyasi hiciv yok; ne stand up gösterilerinde ne de filmlerinde.

En son Gezi eylemleri sırasında bazıları zincirlerini kırıp, doğru ya da yanlış hiç olmazsa bir eylemselliğe imza attı. Siyasal kibirli iradeye karşı gelme cesaretini kendinde buldu. 

Ancak kısa süre sonra yaptığı şeyin muhasebesini yapıp, kariyeri ve kazancı için bunun tehlikeli olduğunun farkına varıp u dönüşü yapanlar yine şaşırtmadı.

Bunları anlatmamın nedeni Fenerbahçe, daha doğrusu Aziz Yıldırım için adalet çağrısı yapan ünlü isimlerin hazırladığı o ilginç video.

Yanlış anlaşılmasın yaptıkları şey yanlış değil. Türkiye'de son birkaç yıldır insanların nasıl yargılandığı, nasıl suçlanıp bir anda cezaevlerine atıldığı ortada. Ancak burada bir başka sorun var. Aziz Yıldırım için bir araya gelen ve "adalet adalet" diyen birbirinden ünlü bu sanatçılar şimdiye kadar olan biten her şeye karşı hep suskundular. 

Herkesi ayağı kaldıran olaylar olduğunda bile, baskılara dayanamayıp attığı bir tweeti birkaç saat sonra silecek kadar ürkektiler.

Çok eskilere gitmeden, sadece son birkaç yılda Türkiye'de olanlara baktığımızda, dehşet verici örnekleri görebiliriz. Özellikle devlet ve üniformalılardan kaynaklanan şiddet hiç bitmedi. 

Ölen çocukları mı saysak yoksa puşi taktığı için ve ya parasız eğitim talep ettiği içeri içeri atılan gençleri mi?

Hadi dağ başında vurulup bırakılan ve 3 yıldır adalet adına tek bir adım atılmayan Roboskililer'den belki hiç haberleri olmadı. Peki ya linç edilen Ali İsmail Korkmaz ve diğerleri?

Bana göre bu ülkedeki tüm hukuksuzluklar ve antidemokratik uygulamalar karşısında konuştuğunda büyük bir etki yapma gücüne sahip çoğu şöhretli fazlasıyla korkak ve temkinli. Bu yüzden de hep sustular, hep görmezden geldiler. 

Öne çıktıklarındaysa daha çok soft ve zararsız olayları, cümleleri tercih ettiler. Tıpkı Aziz Yıldırım için adalet istedikleri bu video gibi. Aziz Yıldırım'n yeniden yargılanmasında sorun görmüyorum.  

Ancak Aziz Yıldırım ve camiası bu konuda seslerini duyurabilecek güce de imkanlara da sahip. Bunu fazlasıyla da yapabiliyorlar.

Keşke bu çok ünlü şahsiyetlerimiz yıllardır adalet bekleyen diğer insanlar için de bu kadar duyarlı ve cömert olsalardı. 

Örneğin kitap sattığı için örgüt üyeliğiyle suçlanan ve 5 aylık ikizleriyle cezaevine girmesi an meselesi olan Mülkiye Kılıç için de adalet isteyebilirler mi? 

Zahmet edip 140 karakteri yan yana getirip "o çocuklar cezaevinde büyümemeli" diyebilirler mi? 

Bence diyemezler. Çünkü aynı zamanda bir taraftar olarak Fenerbahçe tribünlerine oynamak, yönetimin gözüne girmek varken onları politik "marjinal" gösterecek çağrılarda bulunmaları hiç de akıllıca değil...



15 Mart 2014 Cumartesi

Halepçe katliamı ve ümmetin kurbanı Kürtler!



“Yukarıdan jetlerin gümbürtüleri, homurtu (sesleri) geliyor.
Her yeri ateş, duman ve sis içinde bırakıyor.
Aşağıdan ise çocukların çığlıkları, anne babaların
imdatları (sesleri) geliyor
Tarih yine kendini tekrarlıyor ; zamanlardan bir zaman gibi
Diyarbakır gibi, Palu, Genç , Ağrı ve Dersim gibi
Mahabat gibi, Berzan gibi…”

Halepçe mezalimini tarihi bir belgeye dönüşen şarkısında böyle tarif ediyordu Şivan Perwer ve gerçekten tarih Mart 1988’te Kürtler için tekerrür ediyordu. 20. Yüzyılın en büyük katliamlarından birinin kurbanıydılar yine. Halepçe’de binlerce Kürt için ferman verilmişti.

Bütün devletsiz halkların ortak kaderidir katliamlar ve soykırımlar. Sahipsiz ve savunmasız oldukları için topraklarında bile sürekli gözü dönmüş diktatörlerin hedefi olmuşlardır.
Modern ama barbarlığı günden güne artan dünyanın birçok yerinde onlarcası yaşadı, benzer soykırımları ve toplu katliamları...

Bu coğrafyadaysa Kürtler bu barbarlıktan nasibini fazlasıyla alan halkların başında geliyor. Maruz kaldıkları, katliamların ölümlerin karşı tarafında hiçbir zaman gayrimüslimler ya da uzaklardan gelen işgalciler yoktu.
Onlar yüzyıldan fazla bir süredir sadece komşu ve mensubu oldukları "ümmetin" kurbanı oldular.

Saddam Hüseyin ve halen etkisini, zulmünü devam ettiren Baas rejimi ve türevleri geçtiğimiz yüzyılda hiç durmadı. Etrafına ve halklarına sürekli savaş ve ölüm kustular. Halen bile Suriye’de küçük Saddam'ın yine kimyasal silahlarla bir delilik yapması an meselesi.

Mart 1988'te Saddam'ın cinayetleri zirve yaptı. Newroz'a sayılı günler kalmıştı. Halepçe'de diğer tüm Kürt kasabaları gibi baharı bekliyordu ancak nereden bileceklerdi ki Bağdat zorbasının onlar için büyük bir katliam planladığını. 16 Mart günü harekete geçtiler, zehirli gaz taşıyan uçaklar Halepçe kasabasına bombardıman düzenlendi.

İlk önce kokusu yayıldı, tıpkı elma gibi kokuyordu birazdan binlerce kişiyi katledecek o kimyasallar.  Sadece çocuklar değil büyükler bile anlamadı ne olduğunu.
İddiaya göre kokusu hoş olduğu için, havayı(ölümü) daha derin soluyormuş insanlar. Birkaç dakika içerisinde ölüm her yeri sarmaya başlamıştı.

Analar ve kucaklarındaki bebekler oldukları yere yığılıp kaldı. Halepçe kısa sürede bir açık hava mezarlığı olmuştu. Resmi rakamlara göre 5 bin ölü ve 7 bin yaralı vardı. Ancak Irak Savaşı'ndan sonra bölgeye giren yabancılar tarafından bu rakamın daha da büyük olduğu tespit edildi.

Dünya Mart 1988’te bihaberdi Halepçe’de olanlara. Ne büyük devletler ne müslüman ülkeler ne de komşular kılını kıpırdatmadı Halepçe için.

Gazeteci Ramazan Öztürk’ün tanıklığı ve çektiği fotoğraflar katliamın göz ardı edilmeyecek kadar büyük olduğunu herkese gösterdiğindeyse, artık her şey için çok geçti.

İnsanlık tarihinin en vahşi katliamlarından birisinin hem mağduru hem tanığı olan Kürtler’in çilesi kimyasal saldırıdan sonra da bitmedi. On binlercesi Türkiye sınırına yığıldı. Bir sonraki imtihanları açlık, soğuk ve zor hava koşullarıydı.

Katliamdan yıllar sonra da devam etti Halepçe’nin trajedisi, zehirli gazlar daha sonraki kuşakları da etkiledi. Halepçe’de özürlü doğum oranının Hiroşima ve Nagasaki'nin 4-5 katı olduğu iddiaları mevcut.

Böyle bir katliamın emrini verenlerin yanında, bir de bu katliama sessiz kalıp ortak olan İslam dünyası ve devletleri vardı. Halepçe’nin sokaklarında küçük çocuklar annelerinin kucağında oldukları yere yığılıp can verirken, Katar’da 53 İslam ülkesi toplantı halindeydi. Türkiye’yi dönemin kudretli cuntacısı Kenan Evren temsil ediyordu ve orada kimse Halepçe Katliamı’ndan bahsetmedi.

Haksızlıklar karşısında hep susan, kişisel menfaatlerini ön planda tuttukça da topraklarından kan gözyaşı ve ölümün hiç eksik olmadığı müslüman 53 ülke kör-sağır ve dilsiz şeytanı oynadı. Saddam’ın Halepçe’de Kürtler’e yaptığı vahşet karşısında.

O yüzden Mısırlı yazar Fehim Şinnavi’nin büyük bir iyimserlikle dediği gibi Kürtler ümmetin yetimleri değil olsa olsa kurbanıdır. İran, Irak, Suriye ve Türkiye devleti yüz yıldır bunu ziyadesiyle kanıtladı.

twitter.com/normalgasteci
huseyinaladag.blogspot.com

13 Mart 2014 Perşembe

Ahmet Kaya gerçekten o şarkıların böyle yorumlanmasını ister miydi?

 
Ahmet Kaya'ya dair ne varsa bu ülkede halen çok ilgi görüyor. Hayatı gibi sanatı da zirvedeyken yarım kaldığı için, sanırım yarım kalan her güzel şey gibi sonsuza dek o tılsımını koruyacak, devam ettirecek.

Belki de bu yüzden sevenleri onun yeniden yorumlanan şarkılarını bile dört gözle bekliyor. İçinde Ahmet Kaya geçen her şey heyecan yaratıyor.

Ahmet Kaya'nın ölümünün ardından birçok albümü çıktı daha önce okuduğu ve albümlerine almadığı şarkıları değerlendirildi. Bir de 2002 yılında "Dinle Sevgili Ülkem" adlı bir saygı albümü yapıldı. Bazı şarkıları yeniden yorumlandı.

O günün şartlarında Ahmet Kaya halen yasaklı olduğu için oldukça aykırı ve cesur bir çalışmaydı. Albümde yer alan sanatçılar da çok fazla değişikliğe gitmeden eserleri Ahmet Kaya'nın tarzında yorumlamışlardı.

Şimdi son yılların modasına Gülten Kaya'da uydu. Ahmet Kaya'nın bazı şarkılarını popüler isimlere okutup bir başka saygı albümüne imza attı.

“Ahmet Kaya böyle olmasını isterdi” empatisiyle, tarzları Ahmet Kaya'nın müziğine oldukça uzak olan 23 sanatçı Kaya'nın 23 parçasını tekrar yorumladı.

Albümde ağırlıklı olarak rock grupları var, sanatçılar okuyacakları şarkıları kendileri seçmiş ve düzenlemelerle yorumlara hiç karışılmamış.

Bu yüzden ortaya Ahmet Kaya'nın şarkılarından ziyade, sözleri aynı olan yeni parçalar çıkmış. Sanatçılar ve yorumladıkları şarkılar üzerinden yorum yapmak istemiyorum ama dürüst davranmak gerekirse bazı eserler tanınmayacak hale gelmiş.

Ahmet Kaya'nın şarkılarında sadece söz ve müzik yoktur. Devrim, mücadele ve başkaldırı vardır. Sesiyle, şiirleriyle bazı kelimelere yaptığı özel vurgularla bunu tüm albümlerinde hissetirir.

Ancak bu albümde söylenen şarkıların sanki içi boşalmış, yıllarca kitleleri ayağa kaldıran haklarında davalar açılan o yasaklı şarkılar salt birer aşk parçasına dönüşmüş.

Çoğu Beyoğlu kafelerinde çalınan popüler parçaları andırıyor. Özgün müzikten eser kalmamış. İnsan bu albümü dinledikten sonra ilginç bir şekilde hemen aynı şarkıları bir daha Ahmet Kaya’dan dinleme isteği hissediyor.

Ben bir müzik eleştirmeni değilim ama çok iyi bir Ahmet Kaya dinleyici olarak söylemek isterimki, "bir eksiğiz" albümü Ahmet Kaya'nın kadim dinleyicilerine çok yabancı kalmış.  

Eserlerini ona dar gelen kalıplara sıkıştırmış.
Bunun yerine belki onu yeni tanımaya başlayan genç popüler müzik dinleyicileri için ilginç bir deneyim olabilir. Bundan fazlasını beklemek ve “Ahmet Kaya böyle olmasını isterdi” demek bence haksızlık olur.

twitter.com/normalgasteci


13 Ocak 2014 Pazartesi

Divalar da Reyting İster!

 
Seveni de çok sevmeyeni de, yaptıklarını ve davranışlarını hoş görenler kadar tepki gösterenler de var. Ama kim ne derse desin bu ülkede, göz ardı edilemeyecek bir Bülent Ersoy gerçeği var.

Bülent Ersoy uzun zamandır hayatımızda, şarkıları, sözleri ve skandallarıyla... Genç sevgilileri ve hep aynı sonla biten evlilikleriyle, çok tepki çekti ama yine de uslanmadı, o yoldan gitmeye devam etti...

Tüm bel altı tepkilere, sataşmalara rağmen bir kadın olmayı başardı fakat bir hanımefendiyi oynayamadı. Sinirlendiğinde, bir yerlerde sakladığı erkeksi delikanlı öfkesi hep açığa çıktı. Bundan özellikle magazin gazetecileri sık sık nasibini aldı.

Bülent Ersoy'un sadece magazin programlarına malzeme olacak bir hayatı olmadı.
Örneğin, 12 Eylül'ün mimarlarıyla da kavgalıydı. Ersoy, Kenan Evren'in yargılanmaya başlandığı günlerde, suskunluğunu bozup çok sert sözlerle Evren'i eleştirmişti.

Evren Paşa'ya öfkesi büyüktü çünkü darbe sonrası Hey Dergisi'ne yaptığı; "Memnunum Evren Paşa'ya teşekkür ederim, Türk milletine hayırlı olsun" sözlerine rağmen kendisine sahne yasağı konmuş, çok zor günler yaşamıştı.

Uzun yıllar apolitik bir sanat hayatını tercih eden Bülent Ersoy, barış isteklerinin cılız kaldığı bir dönemdeyse ezber bozdu.

Pırlanta işlemeli mikrofonlarla sahneye çıkacak kadar gerçek hayattan kopuk olanların 'oğlum olsa hemen askere gönderirim' diye hamasi nutuk atmasına inat, Popstar gibi bir yarışmada 'oğlum olsa ölmesi için askere göndermezdim, ölüm değil çözüm' diyerek ezberleri alt üst etti...

Cenazelerin hiç eksik olmadığı bir zamanda söylediği bu "tehlikeli" ve “halkı askerden soğuttuğu” iddia edilen sözler nedeniyle yargılandı. Ancak bu ülkede onu anlayanlar da vardı, adliye kapısında 'Bıji Diva' pankartlarıyla karşılanması herhalde politik ironin zirvesiydi.
Bülent Ersoy şimdilerde yaptığı program, giydiği kostümler ve sözleriyle her hafta gündemde. Diva 40 yıllık sanat hayatı boyunca yapmadıklarını, denemediklerini son birkaç haftaya sığdırdı.

Düşünsenize, programa başladıktan sonra, hayatında ilk kez Kürtçe şarkı okudu, yetmedi Ahmet Kaya şarkısı seslendirdi. Sonra pantolon giydi ve en son Mevlid Kandili gecesi başörtüsü takıp ilahi okudu ve böyle devam ederse daha çok şaşırtacak...
Tüm bunlardan sonra herkes Bülent Ersoy'u eleştiriyor,  bunları reyting için yaptığını iddia ediyorlar ve haksız da sayılmazlar.

Eğer Türk televizyonları ve medyası eşeklerin öküzlerin stüdyolara sokulduğu, canlı yayınlarda insanların birbirine küfür edip kavga ettiği, absürt, tuhaf yayınlara izin veren bir sektör olmasaydı bende herkes gibi Bülent Ersoy’u ve geldiği noktayı eleştirecektim.

Ancak maalesef reyting ve ekranda kalma kaygısı nedeniyle televizyon ekranlarında denenmeyen şey kalmadı. O yüzden Bülent Ersoy gibi bir ismin bile başörtüsü takıp ilahi okuması bu yolda atılmış oldukça mübah bir adım...

Ancak “başörtülü, ilahi okuyan Bülent Ersoy” bile ekran başındaki çoğu izleyiciye cazip gelmedi, reyting listesinde ancak 14. sırada yer buldu. Çünkü ülkenin büyük bir bölümü amatör ve oryantalist bir bakış açısıyla çocuk gelinler olayını ajite edip, sömüren bir diziyi izliyordu…

5 Ocak 2014 Pazar

İsmail Beşikçi'ye "Hain" deme sırası Kürtler de mi?



Bu topraklarda bazı şeyler hiç değişmiyor. Kişiler, partiler ve liderler farklı olsa da kullanılan argümanlar hep aynı oluyor.
Şimdiye kadar onlarca kişiyi "hain, işbirlikçi, ajan" ilan ettik ve bu yüzden birçok kişi katledildi.

Ama Türkiye'de birileri bir türlü bu huyundan vazgeçmedi neredeyse bir gelenek haline geldi. Her devrin kesinlikle bir "haini" var, linç edilip, itibarsızlaştırılmaya çalışılır.

Beni şaşırtansa, Kürt siyasal hareketinin şimdilerde zaman zaman aynı refleksleri kopyalaması. Belirli kişilerin kontrolünde olan medyalarında farklı şeyler söyleyenler bir anda afaroz ediliyor.

Bunun son örneği hayatını Kürt Meselesi'ne adayan ve bu uğurda 17 yıl cezaevinde yatan İsmail Beşikçi Hoca oldu.

Hayatı boyunca hiçbir zaman muhalif kimliğinden ödün vermeyen Beşikçi'nin, herhalde Kürt siyasal hareketini eleştirmesinden daha doğal bir şey olamaz.

Türkiye'de bunu hakkıyla yapacak tek kişidir bana göre. Zira Kürt Meselesi'nin Türk kökenli tek akademisyen mağduru,tanığı ve kurbanıdır İsmail Beşikçi.

Bu devletin Kürtler'e uyguladığı her türlü baskı, işkence ve cezaevi ile uslandırma yöntemlerinden bizzat geçmiştir. O yüzden kimse ona, meseleye dışarıdan bakan Türk aydını muamelesi yapamıyor. 

İsmail Beşikçi de, Kürt Meselesi'ne ve Kürtlere onları bir kitap ve ya makaleye konu ettikten sonra sırtını dönen yazar muamelesi yapmıyor. Açıkça, Kürtler'in bu ülkede statü ve hak sahibi olması için mücadele verdi ve vermeye devam ediyor.

Belki de bu yüzden Kürt Siyasal hareketinin "yol haritasını ve politikasını" özellikle Öcalan'ın yakalanmasından sonra eleştirmeye başladı..

Bu eleştirilere önceleri "homurdanma" şeklinde tepki gösterildi, ardından 2009 yılında Beşikçi açıkça tehdit edildi, o günden beri aradaki makas giderek açıldı.

En son İsmail Beşikçi büyük ses getiren "Roboski-Goyiler" adlı yazısında Öcalan'ı ve Sebahat Tuncel'i eleştirdi. Kürtçe ve Kürdistan'ı yeterince önemsemediklerini, Türkiyeleşme sevdalarının her şeyin önüne geçtiğini yazdı. Kürt dilinin öğrenilmesinin ve yaşatılmasının öneminden bahsetti.

Yazı sertti ve gerçekten haksız olduğu noktalarda olabilir ama içerisinde hakaret yoktu, sadece durum tespitleri ve bir türlü cevabı verilmeyen sorular vardı.

Beşikçi'nin o yazısına cevap birkaç gün sonra geldi. Ferda Çetin adlı bir kişinin "İsmail Beşikçi Siyasete Giriyor" adlı karşı yazısı ANF'de yayınlandı ancak yazının içeriği sanki fanatik ulusalcı basından alınmış gibiydi.

Hakaret, tehdit, aşağılama ne derseniz vardı ancak sadece Beşikçi'nin yazdıklarına ve sorduklarına cevap yoktu.

"Hain" ilan edilmenin ne olduğunu en iyi bilmesi gerekenler, neredeyse 40 yıldır yanlarında olan ve hayatını Kürt Meselesi'ne adayan, hatta artık Türk kamuoyunun bile "muteber" kabul etmek zorunda kaldığı İsmail Beşikçi'yi bir çırpıda "hain, ajan" diye yaftalıyordu.

Aziz Nesin'in yıllar önce "İngiliz Ajanı" dediği Sarı Hoca'ya bu kez bazı Kürtler "ısmarlama" yazılarla "hain" diyordu. Sahi Kürtler'e yapılanlara karşı kitaplar yazan, ve 17 yılını zindanda geçiren Kürt bile olmayan birine, siz hangi mantık ve hangi hakla "hain" diyebiliyorsunuz.

Madem geleceğiniz nokta, İsmail Beşikçi gibi bir ismin eleştirilerine bile tahammül göstermeyip Kemalist, ulusalcı refleks gösterip, onu hain ilan etmekse, o zaman bunca mücadele neden verildi, tüm o bedeller neden ödendi... Kapatın dükkanı mevcut sistemde devam edin...

Yanlış anlaşılmasın İsmail Beşikçi eleştirilemez değil, tabiki yazdıklarına ve söylediklerine karşı cevap verilecek ancak mümkünse o yazıdan hakaretleri ve diğer kırıcı lafları çıkardığımızda geriye bir şey kalsın...

Son olarak, bu tepkilere rağmen Kürtler ve Kürt Meselesi hakkında 41 kitap yazan, bunun için hakkında 62 dava açılan, 36 mahkumiyet alan ve 17 yıl cezaevinde kalan İsmail Beşikçi'nin dünden bugüne söyledikleri ile savundukları arasında bir değişiklik olduğunu iddia edecek birisi var mı?

Daha açık bir ifadeyle, bu görüş ayrılığının sebebi kim ve ya ne? Kürt Meselesi konusunda gerçekten İsmail Beşikçi mi değişti yoksa onu değişmekle itham edenler mi?