25 Şubat 2016 Perşembe

Allah adına cinayet işlemek!




Rivayete göre Cebrail bir gün Hz. Muhammed'e çok acı bir haber getirir. O çok sevdiği, dizinden ayırmadığı, "onun ağlayışı beni incitir" dediği torunu Hüseyin'in öldürüleceğini söyler.
Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir, orası belalı kötü bir yerdir, adı Kerbela'dır. Kerbala'nın acısı ve zulmü gerçekten çok büyük oldu. İslam dünyasının şu anda yaşadığı, birçok ayrılıkçı fikrin sebebi ve nedeni o gün peygamber çocuklarına reva görülen zulümdü...
Hz Muhammed'e bugünler için de bir haber verildi mi bilmiyorum ama günümüzde de, hem de aynı coğrafyada her gün bir Kerbela yaşanıyor.
Aynı Allah, aynı peygamber için aynı Kelimeyi Şehadeti getirenler, yine iddialarına göre Allah için birbirlerini boğazlayıp, bombalarla paramparça ediyorlar. Cinayetlerine Allah'ı referans göstermekte ziyadesiyle başarılılar.
Afganistan'dan Pakistan'a, Irak'tan Suriye'ye Libya'dan Lübnan'a yıllardır Müslümanlar birbirini katlediyor.  Cihad yaptığını zanneden örgütler, çoluk çocuk demeden çarşı pazarların ortasında bombalar patlatıyor.
Ölenler ölüyor, kalanlar bacaklarını, kollarını gözlerini yitiriyor, bugün Afganistan Pakistan ve Irak'ta bu zihniyetin eseri olan binlerce koltuk değnekli insan var.
Şiiler'in kendi cihadları için Sünniler'in camisinde yaptığı katliama, Sünniler onların bir türbesini ya da camisini aynı şekilde patlatarak cevap veriyor. Nedensiz ve bir o kadar acımasız bir savaşın kurbanları günden güne çoğalıyor.
Amerika'nın, batının onlara reva gördüğü zulüm, işkence ve sömürü yetmiyormuş gibi, kendi elleriyle o cehennemlerini her gün biraz daha harlıyorlar.
İnsanın aklı almıyor, kendisine Müslümanım diyen birisi nasıl oluyor da, cuma namazı sırasında camide bomba patlatarak onlarca kişiyi katledebiliyor ve buna "Allah için" diyor, cihad adını veriyor?
Kuran'dan sünnetten, hadis ve fıkıhtan, kelamdan azıcık haberi olan hangi Müslüman bayram gününü intikam almak, kana bulamak için seçer. Çoluk çocuk demeden herkesi öldürür.
İslam'da Haram Aylar'da savaşmanın günah olduğu Allah ismi kadar açıkken onlar bayram günü camilerde "Allah adına" bomba patlıyorlar.
Bugün Suriye ve Irak'ta neredeyse yerle bir olmayan, hedef gözetilerek saldırıya uğramayan cami ve dini mekan kalmadı. Amerikalıların bile fazla zarar vermemeye çalıştığı Irak'taki kutsal mekanlar son birkaç yıldır radikal Sünni ve Şii grupların karşılıklı saldırısı sonrası zarar gördü.
Suriye'de İslam tarihinde Mescidi Aksa kadar önem atfedilen Emevi Camii Esad'ın askerleri ve Özgür Suriye Ordusu'nun marifetiyle neredeyse yok oluyor. Bir de İsrail Mescid-i Aksa'ya zarar veriyor diye veryansın etmiyorlar mı insan çileden çıkıyor.
Bir de "Arap Baharı" adıyla yaşananlar var. Kadim Arap diktatörlerinin tahtlarını bırakmamak için gösterdikleri inat, beraberinde yeni Kerbelalar getirdi. Ama onlara karşı mücadele verenler de, öyle pürü pak, ne yaptığını ve ne için savaştığını bilen insanlar değil.
Kaddafi'nin linç görüntüleri "Arap Baharı"nın nasıl kirli olduğunun ilk göstergelerinden biriydi. Suriye'de de yine aynı şekilde birbirlerine işkence yapan tarafların görüntüleri internette oldukça fazla.
Devrime, kin, nefret ve intikam bulaştı mı o devrimin, devirmek için uğraştığı rejimlerden bir farkı kalmaz. O yüzden Hz Muhammed işkence gördüğü, saldırıya uğradığı ve kaçarak gittiği Mekke'ye girdiğinde intikam alınmasına izin vermedi. Halife Ömer fethettiği topraklardaki insanlara hiçbir zaman yabancı gözüyle bakmadı.
Ama şimdilerde kendilerine Müslümanım diyenler camilerde, türbelerde bombalar patlatıp rahatlıkla "Allah için" katliam yapabiliyorlar ve maalesef İslam'ın şu anda en çok öne çıkan, en çok ses getiren, en etkili kesimleri bu yeni nesil Yezidler...
İşin kötü tarafıysa bu Kerbelalara son verecek İslami bir cephenin olmaması, çünkü Türkiye dahil hemen herkes bu mezhepçiliğe teslim olmuş. O yüzden de, her gün yeni bir Kerbala'ya uyanıyoruz.

Ahmet Güneştekin Batman'dan New York'a "Açılan Kapılar"



Türkiye'nin büyük bölümü 2009 yılında duydu onun ismini, İstanbul Contemporary'de 2.5 milyon dolar gibi bir fahiş fiyata satışa koyduğu "Güneşe Açılan Kapılar" adlı eserine, o zamanlar sanat ve medya çevresinden çok kişi burun kıvırmıştı.
Bu fiyatın uçuk ve sansasyonel olduğunu ileri sürmüşlerdi ancak çok geçmeden Ahmet Güneştekin bir eserini 1.5 milyon dolar gibi ağızları açık bırakan bir fiyata satmayı başardı. İşte o günden sonra da kimseye bu konuda rüştünü ispat etme gereği duymadı.
Ahmet Güneştekin Türkiye'nin birçok burjuva ve elitist ressamının aksine batıda değil Batman'da doğup yetişti.
İlkokulda başlayan resim tutkusu, yıllar süren kavisli bir hayat çizgisinin ardından 1997 yılında Beyoğlu'nda açılan ilk atölyeyle rayına oturur.
Birkaç yıl içerisinde de adından söz ettirmeyi başarır, sadece ressam kimliğiyle değil belgeselci kimliğiyle de bazı eserlere imza atar. Ama rivayet odur ki, Kürt şivesi TRT’de daha fazla çalışmasına olanak tanımaz.
1966 yılında Batman Garzan'da başlayan hayatı bana göre "Güneşe Açılan Kapılar" adlı eseriyle tümden değişti, farklı bir coğrafya ve farklı bir anlayıştan gelen o adam şimdi New York'un ünlü Marlborough Galerisi'nde ağırlanıyor.
"Son Dönem Resimler" adlı sergisiyle artık sadece Türkiye'nin değil dünyanın çağdaş ressamları arasında. Sergi açılır açılmaz eserleri kapış kapış satıldı.
Tüm bunlar bir araya gelince, Ahmet Güneştekin şimdiye kadar bu topraklarda yetişen hiçbir ressamın hayal edemediği bir ilgi gördü, şöhrete kavuştu.
Medyada her gün onlarca haberi yayınlanıyor. Halbuki hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bu ülkede sanat denilince halen kayda aldığımız tek şey sinema filmleri ve Oscar adayı seçilen şanslı film.
Orhan Pamuk’un Nobel Ödül’ü alması bile görmezden gelindi, hakettiği ilgiyi görmedi. Bunda Pamuk’un ödülden önce yaptığı ve Türkiye’de bazı kesimleri kızdıran politik açıklamalarının etkisi olsa da genel olarak Nobel hiçbir zaman Oscar’ın gördüğü ilgiye mazhar olamıyor.
Kısacası Ahmet Güneştekin’in bu ülkede film değil resim yaparak gördüğü ilgi ve yarattığı etki küçümsenmeyecek kadar değerli.
Bir de Güneştekin kendisini, aslında basının yazdığı gibi Türk sanatçı olarak değil,Türkiyeli bir Kürt sanatçı olarak tanıtıyor. Kürt kimliğini kamufle etmiyor.
Zaten eserlerinde Anadolu-Mezopotamya medeniyetleri ile az da olsa tanığı olduğu Kürt Meselesi’nin izlerini bulmak mümkün ve umarım o izler giderek büyür.
Zira Güneştekin’in Türkiye’de bu sanat dalını burjuva ve Amerikan aksanıyla konuşan elitistlerin tekelinden çıkarması için sadece daha çok tablo satması yetmiyor. Yetiştiği ve oldukça sorunları olan coğrafyanın meselelerine de kayıtsız kalmaması gerekiyor.

MGD gecesinden Paris’teki mezara!

16 yıl önce olanları hepiniz biliyorsunuz. Bugünlerde söylemeyeni dövdükleriKürtçe şarkı, daha doğrusu Kürtçe şarkı isteği yüzünden Ahmet Kaya büyük bir lince uğradı.
Ülkenin orada bulunan ne kadar ünlü vepopüler sanatçısı, yazarı, yapımcısı, oyuncusu, gazetecisi varsa, o gece bir delilik haliyle memleket savunmasına geçti, Ahmet Kaya'ya karşı.
Maalesef parmakla sayılan birkaç kişi ve garsonlar dışında kimse normal davranmayı seçmedi. Çatal bıçak atanlar, Ahmet Kaya'nın masasına yürüyenler, 10. yıl Marşı ve "Memleketim" şarkısıyla ortamı provoke etmeye çalışanlar, alkışlarla linç korosuna katılıp eşlik edenler, hiç unutulmayacak bir utanç sayfası olarak, kameralar tarafından kayda geçti.
Ancak o gece küçük bir azınlığın aklı başında davranmasına rağmen tüm ihale yanakları okşandıkça daha gür sesle"bu vatan bizim ellerin değil" diyerek gecenin amigoluluğunu yapan Serdar Ortaç'a kaldı.
Bu yüzden de hep sözlü ve fiziki tepkilerin hedefinde oldu ve sonunda özür dileme, günah çıkarma gereği duydu.Bana göre bu konuda tek ve en samimi yüzleşmeyi de o yaptı. Açıkça ve defalarca çıkıp herkesin önünde özür diledi. Yaptığı hatanın kötücül sonuçlarını itiraf etti.
Bu yüzden kendi adıma Serdar Ortaç'ın Ahmet Kaya konusunda daha fazla eleştirilmesini doğru bulmuyorum çünkü bu saatten sonra kimsenin özür dilemekten, pişmanlığını herkesle paylaşmaktan başka yapacak bir şeyi de yok.
Bir de o gece en az onun kadar suçlu olan ve bugüne kadar hiç sesini çıkarmayanlar var. Neyse ki son zamanlardaki tartışmalar sayesinde herkes onların kim olduğunu çok iyi biliyor.
Bu konuyu yeniden deşmemin nedeniyse Kenan İmirzalıoğlu'nun birkaç gün önce Paris'te Ahmet Kaya'nın mezarını ziyaret edip, orada çektirdiği fotoyu paylaşması.
Olay gecesinin görüntülerinden de teyit edileceği gibi "Miroğlu"da o gece oradaydı ve Ahmet Kaya linç edilirken o da masaların önünde tur atıp, alkışlarıyla tempo tutuyordu.
Şimdi sorsanız hepsinin bahanesi belli "ne olduğunu anlamadık, tuvaletteydik, sadece şarkıya eşlik ettim" gibi şeyler söyleyecekler ama gerçeği değiştiremezler.
 O günlerde Osman Sınav yapımı "Deliyürek" dizisinde canlandırdığı "Miroğlu" karakterinden bir hayli etkilenen Kenan İmirzalıoğlu'da oradaydı ve iddia edildiği gibi olayları yerinden sessizce izlemiyordu.
Daha öncede söylediğim gibi Ahmet Kaya'ya gösterilen tepki kişiler üzerinden değil, zihniyet açısından sorgulanmalı. İşte o yüzden geçmişte yanlış yapan, o karanlık siyasi atmosferin etkisinde kalan Kenan İmirzalıoğlu gibi ünlü isimler Paris'e, Ahmet Kaya'nın mezarına turistik geziler düzenlerken ve fotoğraf çekip paylaşırken en azından bir özeleştiri de yapabilmeli.
O mezarda yatana bakınca, sadece kendisini değil, o gece teslim oldukları zihniyeti sorgulayabilmeli. "Biz dün çok yanlış yaptık" deme cesaretini gösterebilmeli. Ahmet Kaya'nın mezarına gidiyorsa o gece olanları da mutlaka çok iyi hatırlıyordur.
Ahmet Kaya'nın neden orada yattığının farkındadır herhalde.  Ancak gördüğüm kadarıyla Serdar Ortaç dışında, o gece orada raydan çıkan hiç kimse bu yürekliliği gösteremiyor.
Sanırım bunda topluca yaptıkları linç anının giderek büyüyen utancının büyük etkisi var ve bununla yüzleşmek en azından özür dilemek öyle görünüyor ki, herkesin harcı değil.