22 Kasım 2013 Cuma

Ahmet Kaya, Öcalan ve 1999 Şubat'ı!

 
Ahmet Kaya'nın linç edildiği o ödül gecesinin ertesi günü, Türkiye'nin en büyük gazeteleri bile olayı o kadar küçük görmüşlerdi ki alt sütunda "Ahmet Kaya yuhalandı" demekle yetinmişlerdi.

Sonra o gazetelerin yazarları, genel yayın yönetmenleri şimdilerde büyük utanç duydukları, o yalan yanlış yazılara ve haberlere imza atmışlardı.

14 yıl sonraysa, Ahmet Kaya sanki dün hayatını kaybetmiş gibi gündemden hiç düşmüyor. Olay konuşuldukça ona karşı haksızlık yapanlar da bir bir deşifre oluyor, öyle isimler var ki insan duydukça, gördükçe hayret ediyor.
 
Peki içlerinde sol eğilimli, demokrat, hümanist geçinen hatta Kürt kökenliler bile olan, bu insanlar, Ahmet Kaya'ya bunu nasıl reva gördü ya da ona yapılanlara neden sessiz kaldı?
 
Uzun zaman bu sorunun cevabını düşündüm, sonunda olayın meydana geldiği tarih bana bu konuda bir fikir verdi. 11 Şubat 1999'da Türkiye olağanüstü günler yaşıyordu. Suriye'den çıkan Abdullah Öcalan uzun süredir İtalya, Yunanistan ve Rusya arasında mekik dokuyordu.
 
Siyasi iktidarın zayıf, askeri gücün hayatın her alanında kendisini gösterdiği bir Türkiye'de medya giderek kontrolden çıkmıştı. Gazetlerin manşetleri ve akşam yayınlanan haber bültenlerinde savaş naralarından başka bir şey yoktu.

Televizyonlar Öcalan'ı saklayan ülkelerin mallarını boykot edip yakan ve üzerinde tepinen insanların görüntülerinden geçilmiyordu. Çatışmalar, Öcalan'ın bir türlü yakalanmaması, iktidar ve muhalefetin siyasi rant için verdikleri tehlikeli demeçler medya sayesinde ülkenin genel durumunu da oldukça bozmuştu.
 
Bir delilik hali hakimdi her yerde ve bundan ülkenin sanatçıları, yazarları, gazetecileri ve oyuncuları dahil herkes nasibini almıştı.
 
Ahmet Kaya işte böyle bir zamanda gönlünden geçenleri söyledi.Ödülünü Cumartesi Anneleri ve İnsan Hakları Derneği adına aldıktan sonra, o yasak kelimeyi kullandı "Kürt" ve Kürtçe" dedi kendi kimliğinden bahsetti.
 
O gecenin ham görüntülerini defalarca izledim, haber yaptım, o salonda olan görgü tanıklarıyla konuştum, korkmadan Ahmet Kaya'yı savunan birkaç ünlü isim dışında gecenin kahramanları sadece garsonlardı. Hayranı oldukları sanatçıyı çatal ve bıçaklardan korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
 
Ahmet kaya'ya gerçekten tepki göstermek istemeyen ya da o alkış korosuna, katılmaak istemediği halde kendisini orada bulan isimler de vardı.
 
"Vatan haini" "bölücü" "PKK yanlısı" damgası yememek için 10. Yıl Marşı'na ayakta tempo tutmak zorunda kalan bazı Kürt kökenli şarkıcılar örneğin . Devrimci kimliği ve sanatına rağmen o anda Serdar Ortaç'ın şarkılarına, alkışlarıyla katılan sanatçının korktuğu bir şey vardı elbet.
 
Tabi herkes öyle değildi, o salonda gerçekten Ahmet Kaya'yı bir kaşık suda boğmak isteyen çok insan vardı. Zaten bazıları daha sonra yazdıkları yazılar ve haberlerle bunu kanıtladılar. Ama orada gerçekten kendisini o koroya katılmak zorunda hisseden ve bu işi korktuğu için yapan nice insan vardı.
 
Bunları yazmamın nedeni birilerini temize çıkarıp, birilerini günah keçisi ilan etmek değil. Sadece Şubat 1999 yılında Türkiye'nin gerçekten zor ve korkunun, antidemokratik uygulamaların hakim olduğu bir dönem geçirdiğini göstermek istedim.
 
Abdullah öcalan'ın yakalanması için başlatılan yerel ve uluslararası kampanya ve yayınlar ülkede tam anlamıyla bir korku ve panik havası yaratmıştı. Herkes "hain" ve "bölücü" damgası yemekten korkuyordu. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki böyle zamanlarda bu ülkenin sanatçısı ve çoğu aydını pek ortalıkta görünüp risk almaz. Elini taşın altına sokmaz.
 
Ahmet Kaya belkide bu yüzden farklıydı ve şimdi tarihe adını altın harflerle yazdırdı. Zaten o geceden sadece 4 gün sonra, 15 şubat 1999 yılında Abdullah Öcalan yakalandı ve o günden sonra, Ahmet Kaya hakkında yazılan yazılar daha da sertleşti.
 
Sanırım o günlerde Öcalan'ın teslim edilmesinin sarhoşluğunu yaşayan ve bunda kendisine pay çıkaran medyanın ve bazı yazarların Ahmet Kaya'ya karşı adaletli davranacağını düşünmek biraz saflık olurdu...
 
Bu yüzden ben Ahmet Kaya'nın uğradığı haksızlığın kişiler bazında değil, ülkenin genel yapısı ve zihniyeti ile ilgili tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Serdar Ortaç ve diğerlerine şimdilerde gösterilen tepki belki vicdani bir rahatlama sağlayabilir, ama gelecekte sanatçıların, aydınların düşüncelerinden ve söylediklerinden dolayı yine linç edilmesini engelleyemez.
 
Zira ülkenin siyasi durumu müsait oldukça bu olaylar devamlı yaşanacaktır. Daha 2011 Temmuz'unda Aynur Doğan sahnede neredeyse Ahmet Kaya'dan beter ediliyordu.

Sahi o zaman ne olmuştu, Aynur Doğan gelen şehit haberleri sonrası, önceden planlanan bir konserde Türkçe yerine Kürtçe şarkı mı söylemek istemişti? Hatırlayan var mı?

Hüseyin Aladağ

21 Kasım 2013 Perşembe

Uğur Kaymaz 21 Yaşında!



Çocuk olmanın çok zor, ama "terörist" ilan edilmenin bir o kadar kolay olduğu bir coğrafyada dünyaya geldi. Ne Kürt kimliğinden, ne de yıllardır süren bu savaştan haberi olacak kadar büyümüştü. 

Halen yeni gördüğü bir oyuncağı, ağlayarak elde edeceğini sanacak kadar küçüktü. Mardin Kızıltepe'de dar gelirli şoför bir babanın 12 yaşındaki oğluydu. 5. sınıfa gidiyordu, okuldan sonraysa el arabası ile yük taşıyordu.
 

21 Kasım 2004'te seferden dönen babasıyla birlikte evin önündeydi, Kaymaz ailesi için  sıradan bir sabah gibi başlamıştı her şey, ama bir anda evlerinin önünde polis tarafından tarandılar.  

Kuytulukta onların ölüm hesapları yapılmıştı, ihbar vardı, istihbarat vardı "onlar teröristti" kime düşerdi gerisini düşünmek?  
12 yaşındaki bedenine 13 kurşun sıkılmıştı (9 tanesi yakın mesafeden) ve ardından yanına çocuk kollarının kaldıramayacağı büyüklükteki bir kalaşnikof silah bırakılmıştı "eylem hazırlığındaki" "terlikli terörist" olduğunu kanıtlamak için.
 

Ölüm haktır ama zulüm ölümden de beterdir, haksızlık geride kalanların acısını katmerleyen büyük bir törpüdür. An be an, santim santim eritir. Uğur Kaymaz'ın ölümü de böyle bir şeydi ailesi için.
 

Çünkü sığınacak bir yerleri yoktu onların, hangi kitaptan, hangi nebiden, hangi vicdandan, hangi mahkemeden adalet isteyeceklerdi

Açılan davanın sonucu daha başından belliydi. Mahkeme "güvenlik gerekçesiyle" Eskişehir'e taşındı. 4 polis 12 yaşındaki terlikli, silahsız Uğur ve babası karşısında  "meşru müdafaada" bulunmuşlardı, bunu yüksek yargımız da teyit etti, defteri kapattılar...
 

Uğur Kaymaz ve babasının katledilmesinin üzerinden tam 8. yıl geçti. 12 yaşında öldürülen Uğur günbegün mezarında büyüdü delikanlı oldu. "Bu ülkede mahkemeler var, adalet var, yargıçlar var, demokrasi, hukuk var" diyenlere tokat gibi bir simge oldu. 

Ondan sonra da daha nice çocuğun canı alındı. Ölümleri meçhule sessizliğe ve adaletsizliğe mahkum edildi, çoğunun davası mahşere kaldı. Bize kalansa bol bol "Utanç Müzeleri" yapıp Uğur gibi masumların kanlı kazaklarını sergilemek...

Hüseyin Aladağ