Hadis ve ayetleri referans alıp 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkacaklarını duyurduktan sonra tanıdım onları, İhsan Eliaçık'ın açık bir buluşma yeri olarak kullandığı, Fatih'teki küçük odasında birkaç kez röportaj yapmıştım kendisiyle... Tüm önyargılara, küçümsemelere rağmen 1 Mayıs'ta da alanlara inerek dosta düşmana kendilerini kabul ettirdiler. İddia edildiği gibi, sadece bazı aykırı İslami fikirleri taşıyan bir grup insan değillerdi. Son zamanlardaki politikaları ve reddi miras etmedikleri kadim devlet refleksiyle bu
ülkedeki binlerce kişiyi hayalkırıklığına uğratan, yeni muktedirlere
söyleyecek sözleri ve karşı çıkmaları gereken birçok icraatları vardı. İşin
ilginç tarafı, ilk çıktıklarında onlara tepki gösterenler sadece İslamı
ve müslümanlığı kendi tekellerine alan, kendileri gibi düşünmeyelere
hemen hazır etiketler yapıştıran çevreler değildi. Ulusalcı ve bazı sol kesimlerden de önyargılı tepkiler geldi. "AKP'nin yeni oyunu" diyen de vardı, "Amerikan uşakları" diyen de, hızını alamayıp "solcuların oyuna göz dikenlerin yeni oyunu" diyen
büyük teorisyenlere de rastladık... Solculuğu İslam karşıtlığı
zannettiği için tuhaf tuhaf laflar söyleyenler de az değildi. Bana göre aradan geçen zaman, onların
kim olduğunu ziyadesiyle ortaya koydu. İktidara ve tüm antidemokratik
uygulamalara verdikleri tepki, ön yargılı bir şekilde "şov yapıyorlar"
diyenleri utandırmıştır umarım... Hatta
Gezi eylemleri sırasında yaptıkları eylem ve protestolar o kadar çok
rahatsız etmiş ki, adlarındaki müslüman kelimesine rağmen içişleri
bakanlığının raporunda antikapitalist müslümanlar da "marjinal örgüt" olarak nitelendirilmiş! Gerçekten de marjinallerdi, çünkü böyle bir zamanda, İslami jargonu kullanarak mücadele vermenin mümkün olduğunu gösterdiler. İslamı referans alan muhalefetleriyle sosyal-ekonomik ve dini anlamda bu ülkede birçok kişinin ezberini de bozdular. Tabi
tüm bunların bir de bedeli vardı, grubun önderliğini yapan İhsan
Eliaçık uzun süredir baskı altında, sataşmalar, tehditler ve
yaftalamalar almış başını gidiyor. Tüm bunları görünce, insan soramadan edemiyor; gerçekten "Antikapitalist Müslüman" olup eyleme geçmenin zamanı mıydı? Birçok
alanda hükümete yakın olanların ihya edildiği bir dönemde, iktidara ve
düzene karşı gelip, politikalarını eleştirmenin vakti miydi? Müslüman
gençler olarak, şimdiki muhalif tavırlarının aksine, hükümet taraftarı
olarak el üstünde tutulacakları bir dönemde, acaba muhaliflerin ve
ezilenlerin yanında olmanın kazançlı ne tarafı var? "Uludere
için akıtılan gözyaşı PKK'ya cansuyudur" diye yazıp sonra akil insan
seçilmek varken, içişlerinin "marjinal örgüt" raporlarına girmek
manktıklı mı Sayın Hocam? İftarda bir kanalda, sahurda başka kanalda program yapacak kadar çalışıp para kazanmak dururken, neden zor olanı seçtiniz? Biliyorum
bazıları bu tavrı ve muhalefeti hiç anlamayacak, yaftalayıp
şeytanlaştırmaya arkasında türlü türlü oyunlar, menfaat ilişkileri
aramaya devam edecek. Çünkü
onların demokrasi ve insan hakları sınırları keskin ve bellidir. Kendi
canlarını acıtan sorunlar çözüm bulduğunda sanıyorlar ki, bu ülkede
yaşayan herkes aynı şekilde bu nimetlerden nasipleniyor ama öyle değil.
Bu gerçeği görmek bazıları için çok zor, bazıları için de gördüğünüz
gibi muhalefet edecek kadar kolay... İşte o yüzden sokaklarda "Mülk Allah'ındır" diyenlere bu kadar kolay "marjinal örgüt" yaftası yapıştırılıyor...
Bu topraklarda büyüyen her çocuğun kulaklarında çınlayan en ünlü cümledir; "Çocuğum oku adam ol, bir baltaya sap ol". Hangimiz duymadık bunu, hangimiz babaların 'yavrunu bilinçlendir hanım, okusun" telkinine maruz kalmadık.
Ama
hepsi yanıldı, bu ülkede okumakla ne adam olunuyor, (müfredatın
içeriğinden bahsetmiyorum bile) ne de bu sistem kimsenin bir baltaya sap
olmasına izin veriyor. Üniversiteli işsizler ordusu giderek büyüyor...
Ömrünün yaklaşık 25 senesini ipotek altına alıp,
seni okullara, sıralara ve bir türlü bitmek bilmeyen sınavlara mahkum
edenlerin, tüm bunların karşılığında sana vaadettikleri meslek,
şimdilerde 30-40 yaşına kadar girdiğin sınavlardan başka bir şey değil.
Bugün artık her yerde, anne babaların okutup ama halen bakmak zorunda olduğu mahçup evlatlara rastlamak mümkün.
Örneğin iletişim fakülteleri basın ve medya dünyasına eleman yetiştirmek yerine, çağrı
merkezlerine ucuz iş gücü sağlamaktan başka bir işe yaramıyor. TRT gibi
devlet kurumlarında kimlerin istihdam edildiğiyse artık bir sır değil.
Bu
sadece iletişim fakülteleri için de geçerli değil, birçok meslek
grubunda da aynı tablo var. Son yıllarda en çok ön plana çıkansa
devletten iş bekleyen öğretmenler.
Devlet baba 25 senenin ardından, 'Keloğlan'a kızını vermek istemeyen padişah" misali KPSS'lerle önlerine türlü türlü engeller çıkarıyor. Deneme-yanılma merkezine dönen milli eğitim sistemiyle binlerce kişinin her yıl sabrı sınanıyor.
Her gelen yeni bakan, döneme damga vurmanın peşinde,
sürekli sistemi alt üst eden kararlar alıp, binlerce kişiyi kobay
olarak kullanıyorlar. Öğrencilerle öğretmenler bir süredir o
muhteremlerin laboratuvar malzemesi olmuş durumda.
Örneğin bundan birkaç sene önce sınıf öğretmenliği
en gözde meslekti ve üniversiteye girişte puanı bir hayli yüksekti
ancak 4+4+4 sistemiyle neredeyse işe yaramaz hale getirildi. Şu anda binlerce sınıf öğretmeni, bir ilkokul mezunu kadar vasıfsız ve işe yaramaz.
Çünkü eğitimini aldıkları o işten başka yapacakları birşey bilmiyorlar, onlar sadece okudu. Üstelik 4+4+4 sistemi bir fiyaskoyla sonuçlanmasına rağmen, inatla bundan geri adım atılmıyor.
Olayın vehameti ve zorbalığı bunlarla da sınırlı değil, binlerce kişi sırf kontenjanlar dolu olduğu için de atanmamış değil, ihtiyaç olmasına rağmen atama yok, çünkü devlet bir öğretmen yerine 3 ucuz işçi çalıştırmanın formülünü bulmuş.
Okulu bitirip, stajını yapan ve KPSS'ye giren onca hazır öğretmen varken milli eğitim onlar yerine ucuza ücretli öğretmen çalıştırıyor.
Maliye,
işletme, veterinerlik hatta 2 yıllık gıda mühendisliği bölümünü bile
bitirenler, 4 yıllık eğitim alan sınıf öğretmenlerinin yerine okullara
gönderiliyor.
Hafta
sonları ücret ödenmeyen, tatillerde para verilmeyen, hiçbir güvencesi
olmayan mevsimlik işçi statüsündeki bu bu ücretli öğretmenler
sayesinde, bir öğretmen fiyatına 3 kişi çalıştırılıyor.
Nereden
bakarsanız bakın, zalim, haksız ve insanları karın tokluğuna çalıştıran
köleci bir devlet sistemi. Tüm bunlara rağmen günümüzün en gözde
kelimesiyle "adalet ve kalkınma" Sırf hazine açık vermesin, sırf birilerinin ekonomi istatistikleri
olumlu görünsün diye gencecik hayatlar sömürülüyor. 30-40 yaşına kadar
halen kurslara, sınavlara mahkum edilen insanlar yaşıyor bu memlekette.
Olayın
bir de öğrenci tarafı var. Binlerce sınıf öğretmeni boştayken 2 yıllık
gıda endüstrisi mezunu sırf ucuz diye 9 aylığına istihdam ediliyor.
Kimse
de çıkıp sormuyor, gıda teknisyeni okula yeni başlayan çocuklara ne
öğretecek, onlarla nasıl bir iletişim kuracak? Bu çocuklara okuma-yazma
öğretme becerisi var mı? Öğretmenlik bu kadar alelade bu kadar sıradan ve basit bir şey mi?
Sanırım
bu ülkede kimsenin bu tür şeyleri düşündüğü yok. Bizim için önemli
olan, bir sıraya 3 öğrenciyi oturttuğumuz sınıflara, sadece göz kulak
olacak ucuz ve hiçbir güvencesi olmayan bir işçi görevlendirmek.
Gerisini
gazetelerin pembe badanalı ekonomi sayfalarından izliyoruz zaten. "Her
şey çok güzel, enflasyon düştü, ihracat arttı. istihdam rakamları
olumlu..."
Merak ettiğim şeyse, madem her şey iyiye gidiyor, savaşlara,
olimpiyatlara ve birbirinden çılgın projelere harcayacağımız o kadar
imkanımız ve paramız varsa bu insanlara neden eziyet ediliyor?
Binlerce
kişi boş kontenjan olmasına rağmen neden karın tokluğuna
çalıştırılıyor, yoksa bu da mı bir türlü bitmeyen milli eğitimin bir
parçası?
Bazen doğru bilip savunduğumuz ve
yaptığımız bir hareket bir süre sonra bizim için utanç kaynağı olabilir.
Özellikle de Türkiye gibi popülizmin hiç tribünden inmediği ülkelerde. Ahmet Kaya olayı mesela, o gece o salonda Kaya'ya gururla, siperden düşmanın üzerine atlayan bir asker edasıyla saldıranlar bugünlerde yaptıklarından utanıyor, ya da öyle bir şey yokmuş gibi davranıyorlar. Serdar Ortaç gibi o gecenin amigoluğunu yapanlarsa özür dileyip pişmanlığını dile getiriyor. İşin tuhaf tarafı, o gece Ahmet Kaya'yı, ne bu ülkenin en azılı milliyetçileri, ne sağcıları, ne de 'ya sev ya da terk et' diyen kafa linç etti. O gece tüm bunları yapanlar, Türkiye'nin 'ödüle layık görülen' gözde sanatçıları, şarkıcıları, gazetecileri, yapımcıları ve oyuncularıydı. Ahmet Kaya olaydan bir yıl sonra hayatını
kaybetti ve aradan neredeyse 14 yıl geçti, bu süre zarfında onu bir
delilik haliyle şeytanlaştırmaya çalışıp ülkeyi terketmesini
sağlayanların üzerindeki kara leke günden güne büyürken, Ahmet Kaya sanatı, şarkıları, onurlu demokrat duruşu ve söylediği sözlerle günbegün büyüdü, efsaneleşti. Son olarak, Başbakan'ın hayatının anlatıldığı 'Ustanın Hikayesi' adlı programda, yine Ahmet Kaya'nın bugün bir onur abidesi olarak sunulan sözleri vardı. 'Şarkı söyleyen ve şiir okuyan insanların tutuklanmadığı, tutuklanmayacağı cumhuriyetlerde bir daha görüşmek üzere diyorum' Gerçekten hukuksuz bir şekilde cezaevine
yollanan Tayyip Erdoğan'ı, o gece yalnız bırakmamıştı Ahmet Kaya.
Kimseye yaranmak için değil, kimseden bir şey beklemeden, sadece inandığı ve doğru bildiği değerler için o gece Kazlıçeşme Meydanı'ndaydı Ahmet Kaya. Ahmet Kaya'nın o zamanlardaki duruşu
şimdi Başbakan Erdoğan için bile bir referans, hayatını anlatan
belgeselde yer bulacak kadar değerli bir duruş. Peki tüm bunlar hiç yaşanmasaydı, Ahmet
Kaya şimdi hayatta olsaydı ve Ak Parti'nin bu son dönemdeki iktidarını
görseydi yine o belgeseldeki gibi konuşup destek verir miydi, Şafak Türküsü'nü onun için seslendirir miydi? Ya da Başbakan'la aralarındaki dostluk böyle devam eder miydi? Hiç sanmıyorum, Ak Parti özellikle 2010
referandumundan sonra o kadar çok yanlış şeyler yaptı ki, yaşayan bir
Ahmet Kaya kesinlikle buna sessiz kalamazdı. Hele de 600 günü aşkın
süredir failleri aramızda olan Uludere-Roboski katliamı gibi bir mezalim dururken. 80'li 90'lı yıllarda bile sözünü
sakınmayan Ahmet Kaya, Gezi olaylarındaki devletçi tavır ve Ali
İsmail'in polisin gözü önünde ve iştirakiyle dövülerek öldürülmesine
nasıl sessiz kalabilirdi? 'Barış istiyorsak karakollar neden yapılıyor' diye eylem yaptığı için katledilen ve daha sonra kirli bir propagandayla 'uyuşturucu tacirleri' diye lekelenmeye çalışılan Medeni için, elbet biz sözü olurdu. Dahası Ahmet Kaya aramızda
olsaydı, tıpkı KCK Davası'nda tutuklanıp, manşetlerle terörist ilan
edilen Prof. Dr Büşra Ersanlı gibi muamele görmeyeceğini kim garanti
edebilir? Büşra Hoca'nın 28 Şubat'ta hangi tarafta
olduğu, başörtü sorununda nasıl bir tavır takındığı ortada olmasına
rağmen, Akit başta olmak üzere çok sayıda hükümet yanlısı medyada adeta
infaz edildi. Yazılarıyla, hem 90'lı yıllarda hem de Ak
Parti iktidarının zor günler geçirdiği zamanlarda onların yanında olan
Ahmet Altan'a şimdilerde yapılan muamele bile, bize bu konuda büyük bir
fikir veriyor. 'Uludere'nin faillerini bulun' dediği için neredeyse hükümet yanlısı medyada her gün eleştiriliyordu.
Bunları söylememin nedeni sadece içinde bulunduğumuz kısır döngüyü göstermek. Mazlumken doğruyu görenlerin, muktedir olunca bir anda rol değiştirip zalim olması bizim gibi ülkelerin hep kaderi mi olacak? Muhalif duruşları nedeniyle fişlenip 'hain- terörist-devlet-vatan-millet-din düşmanı' yaftası yapıştırılan aydın, sanatçı ve siyasetçileri görmekten artık bıkmadık mı? Son olarak, bu günlerde Gezi
Olayları'nından nemalanıp, kendilerini devrimci veya özgürlük savaşçıcı
olarak göstermeye çalışan malum ulusalcı kesime bir kaç sözüm var. Ahmet Kaya'nın o gece otelin arka
kapısından çıkarılıp götürülmesinin ve sonrasında yapılan kirli medya
haberlerinin en büyük kaynağı ve destekçisi sizlersiniz. Onun, hayatını, sanatını ve
kişiliğini terörize edip bu ülkeden ayıran da sizlersiniz ve bugün o
yaptıklarınız bir utanç duvarı olarak sürekli karşınıza çıkıyor. Umarım birgün o duvarda günah çıkaracak kadar demokrasiden, hukuktan ve insan haklarından biraz nasiplenirsiniz. Zira gördünüz gibi, hukuk, adalet ve demokrasi birgün herkese lazım oluyormuş!