25 Şubat 2016 Perşembe

Allah adına cinayet işlemek!




Rivayete göre Cebrail bir gün Hz. Muhammed'e çok acı bir haber getirir. O çok sevdiği, dizinden ayırmadığı, "onun ağlayışı beni incitir" dediği torunu Hüseyin'in öldürüleceğini söyler.
Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir, orası belalı kötü bir yerdir, adı Kerbela'dır. Kerbala'nın acısı ve zulmü gerçekten çok büyük oldu. İslam dünyasının şu anda yaşadığı, birçok ayrılıkçı fikrin sebebi ve nedeni o gün peygamber çocuklarına reva görülen zulümdü...
Hz Muhammed'e bugünler için de bir haber verildi mi bilmiyorum ama günümüzde de, hem de aynı coğrafyada her gün bir Kerbela yaşanıyor.
Aynı Allah, aynı peygamber için aynı Kelimeyi Şehadeti getirenler, yine iddialarına göre Allah için birbirlerini boğazlayıp, bombalarla paramparça ediyorlar. Cinayetlerine Allah'ı referans göstermekte ziyadesiyle başarılılar.
Afganistan'dan Pakistan'a, Irak'tan Suriye'ye Libya'dan Lübnan'a yıllardır Müslümanlar birbirini katlediyor.  Cihad yaptığını zanneden örgütler, çoluk çocuk demeden çarşı pazarların ortasında bombalar patlatıyor.
Ölenler ölüyor, kalanlar bacaklarını, kollarını gözlerini yitiriyor, bugün Afganistan Pakistan ve Irak'ta bu zihniyetin eseri olan binlerce koltuk değnekli insan var.
Şiiler'in kendi cihadları için Sünniler'in camisinde yaptığı katliama, Sünniler onların bir türbesini ya da camisini aynı şekilde patlatarak cevap veriyor. Nedensiz ve bir o kadar acımasız bir savaşın kurbanları günden güne çoğalıyor.
Amerika'nın, batının onlara reva gördüğü zulüm, işkence ve sömürü yetmiyormuş gibi, kendi elleriyle o cehennemlerini her gün biraz daha harlıyorlar.
İnsanın aklı almıyor, kendisine Müslümanım diyen birisi nasıl oluyor da, cuma namazı sırasında camide bomba patlatarak onlarca kişiyi katledebiliyor ve buna "Allah için" diyor, cihad adını veriyor?
Kuran'dan sünnetten, hadis ve fıkıhtan, kelamdan azıcık haberi olan hangi Müslüman bayram gününü intikam almak, kana bulamak için seçer. Çoluk çocuk demeden herkesi öldürür.
İslam'da Haram Aylar'da savaşmanın günah olduğu Allah ismi kadar açıkken onlar bayram günü camilerde "Allah adına" bomba patlıyorlar.
Bugün Suriye ve Irak'ta neredeyse yerle bir olmayan, hedef gözetilerek saldırıya uğramayan cami ve dini mekan kalmadı. Amerikalıların bile fazla zarar vermemeye çalıştığı Irak'taki kutsal mekanlar son birkaç yıldır radikal Sünni ve Şii grupların karşılıklı saldırısı sonrası zarar gördü.
Suriye'de İslam tarihinde Mescidi Aksa kadar önem atfedilen Emevi Camii Esad'ın askerleri ve Özgür Suriye Ordusu'nun marifetiyle neredeyse yok oluyor. Bir de İsrail Mescid-i Aksa'ya zarar veriyor diye veryansın etmiyorlar mı insan çileden çıkıyor.
Bir de "Arap Baharı" adıyla yaşananlar var. Kadim Arap diktatörlerinin tahtlarını bırakmamak için gösterdikleri inat, beraberinde yeni Kerbelalar getirdi. Ama onlara karşı mücadele verenler de, öyle pürü pak, ne yaptığını ve ne için savaştığını bilen insanlar değil.
Kaddafi'nin linç görüntüleri "Arap Baharı"nın nasıl kirli olduğunun ilk göstergelerinden biriydi. Suriye'de de yine aynı şekilde birbirlerine işkence yapan tarafların görüntüleri internette oldukça fazla.
Devrime, kin, nefret ve intikam bulaştı mı o devrimin, devirmek için uğraştığı rejimlerden bir farkı kalmaz. O yüzden Hz Muhammed işkence gördüğü, saldırıya uğradığı ve kaçarak gittiği Mekke'ye girdiğinde intikam alınmasına izin vermedi. Halife Ömer fethettiği topraklardaki insanlara hiçbir zaman yabancı gözüyle bakmadı.
Ama şimdilerde kendilerine Müslümanım diyenler camilerde, türbelerde bombalar patlatıp rahatlıkla "Allah için" katliam yapabiliyorlar ve maalesef İslam'ın şu anda en çok öne çıkan, en çok ses getiren, en etkili kesimleri bu yeni nesil Yezidler...
İşin kötü tarafıysa bu Kerbelalara son verecek İslami bir cephenin olmaması, çünkü Türkiye dahil hemen herkes bu mezhepçiliğe teslim olmuş. O yüzden de, her gün yeni bir Kerbala'ya uyanıyoruz.

Ahmet Güneştekin Batman'dan New York'a "Açılan Kapılar"



Türkiye'nin büyük bölümü 2009 yılında duydu onun ismini, İstanbul Contemporary'de 2.5 milyon dolar gibi bir fahiş fiyata satışa koyduğu "Güneşe Açılan Kapılar" adlı eserine, o zamanlar sanat ve medya çevresinden çok kişi burun kıvırmıştı.
Bu fiyatın uçuk ve sansasyonel olduğunu ileri sürmüşlerdi ancak çok geçmeden Ahmet Güneştekin bir eserini 1.5 milyon dolar gibi ağızları açık bırakan bir fiyata satmayı başardı. İşte o günden sonra da kimseye bu konuda rüştünü ispat etme gereği duymadı.
Ahmet Güneştekin Türkiye'nin birçok burjuva ve elitist ressamının aksine batıda değil Batman'da doğup yetişti.
İlkokulda başlayan resim tutkusu, yıllar süren kavisli bir hayat çizgisinin ardından 1997 yılında Beyoğlu'nda açılan ilk atölyeyle rayına oturur.
Birkaç yıl içerisinde de adından söz ettirmeyi başarır, sadece ressam kimliğiyle değil belgeselci kimliğiyle de bazı eserlere imza atar. Ama rivayet odur ki, Kürt şivesi TRT’de daha fazla çalışmasına olanak tanımaz.
1966 yılında Batman Garzan'da başlayan hayatı bana göre "Güneşe Açılan Kapılar" adlı eseriyle tümden değişti, farklı bir coğrafya ve farklı bir anlayıştan gelen o adam şimdi New York'un ünlü Marlborough Galerisi'nde ağırlanıyor.
"Son Dönem Resimler" adlı sergisiyle artık sadece Türkiye'nin değil dünyanın çağdaş ressamları arasında. Sergi açılır açılmaz eserleri kapış kapış satıldı.
Tüm bunlar bir araya gelince, Ahmet Güneştekin şimdiye kadar bu topraklarda yetişen hiçbir ressamın hayal edemediği bir ilgi gördü, şöhrete kavuştu.
Medyada her gün onlarca haberi yayınlanıyor. Halbuki hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bu ülkede sanat denilince halen kayda aldığımız tek şey sinema filmleri ve Oscar adayı seçilen şanslı film.
Orhan Pamuk’un Nobel Ödül’ü alması bile görmezden gelindi, hakettiği ilgiyi görmedi. Bunda Pamuk’un ödülden önce yaptığı ve Türkiye’de bazı kesimleri kızdıran politik açıklamalarının etkisi olsa da genel olarak Nobel hiçbir zaman Oscar’ın gördüğü ilgiye mazhar olamıyor.
Kısacası Ahmet Güneştekin’in bu ülkede film değil resim yaparak gördüğü ilgi ve yarattığı etki küçümsenmeyecek kadar değerli.
Bir de Güneştekin kendisini, aslında basının yazdığı gibi Türk sanatçı olarak değil,Türkiyeli bir Kürt sanatçı olarak tanıtıyor. Kürt kimliğini kamufle etmiyor.
Zaten eserlerinde Anadolu-Mezopotamya medeniyetleri ile az da olsa tanığı olduğu Kürt Meselesi’nin izlerini bulmak mümkün ve umarım o izler giderek büyür.
Zira Güneştekin’in Türkiye’de bu sanat dalını burjuva ve Amerikan aksanıyla konuşan elitistlerin tekelinden çıkarması için sadece daha çok tablo satması yetmiyor. Yetiştiği ve oldukça sorunları olan coğrafyanın meselelerine de kayıtsız kalmaması gerekiyor.

MGD gecesinden Paris’teki mezara!

16 yıl önce olanları hepiniz biliyorsunuz. Bugünlerde söylemeyeni dövdükleriKürtçe şarkı, daha doğrusu Kürtçe şarkı isteği yüzünden Ahmet Kaya büyük bir lince uğradı.
Ülkenin orada bulunan ne kadar ünlü vepopüler sanatçısı, yazarı, yapımcısı, oyuncusu, gazetecisi varsa, o gece bir delilik haliyle memleket savunmasına geçti, Ahmet Kaya'ya karşı.
Maalesef parmakla sayılan birkaç kişi ve garsonlar dışında kimse normal davranmayı seçmedi. Çatal bıçak atanlar, Ahmet Kaya'nın masasına yürüyenler, 10. yıl Marşı ve "Memleketim" şarkısıyla ortamı provoke etmeye çalışanlar, alkışlarla linç korosuna katılıp eşlik edenler, hiç unutulmayacak bir utanç sayfası olarak, kameralar tarafından kayda geçti.
Ancak o gece küçük bir azınlığın aklı başında davranmasına rağmen tüm ihale yanakları okşandıkça daha gür sesle"bu vatan bizim ellerin değil" diyerek gecenin amigoluluğunu yapan Serdar Ortaç'a kaldı.
Bu yüzden de hep sözlü ve fiziki tepkilerin hedefinde oldu ve sonunda özür dileme, günah çıkarma gereği duydu.Bana göre bu konuda tek ve en samimi yüzleşmeyi de o yaptı. Açıkça ve defalarca çıkıp herkesin önünde özür diledi. Yaptığı hatanın kötücül sonuçlarını itiraf etti.
Bu yüzden kendi adıma Serdar Ortaç'ın Ahmet Kaya konusunda daha fazla eleştirilmesini doğru bulmuyorum çünkü bu saatten sonra kimsenin özür dilemekten, pişmanlığını herkesle paylaşmaktan başka yapacak bir şeyi de yok.
Bir de o gece en az onun kadar suçlu olan ve bugüne kadar hiç sesini çıkarmayanlar var. Neyse ki son zamanlardaki tartışmalar sayesinde herkes onların kim olduğunu çok iyi biliyor.
Bu konuyu yeniden deşmemin nedeniyse Kenan İmirzalıoğlu'nun birkaç gün önce Paris'te Ahmet Kaya'nın mezarını ziyaret edip, orada çektirdiği fotoyu paylaşması.
Olay gecesinin görüntülerinden de teyit edileceği gibi "Miroğlu"da o gece oradaydı ve Ahmet Kaya linç edilirken o da masaların önünde tur atıp, alkışlarıyla tempo tutuyordu.
Şimdi sorsanız hepsinin bahanesi belli "ne olduğunu anlamadık, tuvaletteydik, sadece şarkıya eşlik ettim" gibi şeyler söyleyecekler ama gerçeği değiştiremezler.
 O günlerde Osman Sınav yapımı "Deliyürek" dizisinde canlandırdığı "Miroğlu" karakterinden bir hayli etkilenen Kenan İmirzalıoğlu'da oradaydı ve iddia edildiği gibi olayları yerinden sessizce izlemiyordu.
Daha öncede söylediğim gibi Ahmet Kaya'ya gösterilen tepki kişiler üzerinden değil, zihniyet açısından sorgulanmalı. İşte o yüzden geçmişte yanlış yapan, o karanlık siyasi atmosferin etkisinde kalan Kenan İmirzalıoğlu gibi ünlü isimler Paris'e, Ahmet Kaya'nın mezarına turistik geziler düzenlerken ve fotoğraf çekip paylaşırken en azından bir özeleştiri de yapabilmeli.
O mezarda yatana bakınca, sadece kendisini değil, o gece teslim oldukları zihniyeti sorgulayabilmeli. "Biz dün çok yanlış yaptık" deme cesaretini gösterebilmeli. Ahmet Kaya'nın mezarına gidiyorsa o gece olanları da mutlaka çok iyi hatırlıyordur.
Ahmet Kaya'nın neden orada yattığının farkındadır herhalde.  Ancak gördüğüm kadarıyla Serdar Ortaç dışında, o gece orada raydan çıkan hiç kimse bu yürekliliği gösteremiyor.
Sanırım bunda topluca yaptıkları linç anının giderek büyüyen utancının büyük etkisi var ve bununla yüzleşmek en azından özür dilemek öyle görünüyor ki, herkesin harcı değil.

22 Mayıs 2015 Cuma

Kürtçe Müzik çöplüğü!



Yasaklı, zor zamanların ekmeği suyuydu Kürtçe klamlar, stranlar. Bir dengbejin klamı ya da Şivan gibi bir sanatçının sesini duymak, o günlerde büyük bir ayrıcalık sayılırdı.

Baskılar, yasaklar artıkça Kürtçe üzerindeki faşizm büyüdükçe sanki daha bir güzel oluyor, daha bir değerleniyordu Kürtçe müzikler.

Türkçe söyleyen Kürt kökenli bir şarkıcının türkülerinin arasına sıkıştırdığı tek bir Kürtçe kelime bile büyük heyecan yaratıyordu.

Evin yüksek bir yerine konulan radyonun başında toplanıp Erivan'dan Elegez'den gelen o Kürdi sesi ve nağmeyi duymanın verdiği güzelliği kim unutabilir, bunu yaşayıp tadı damağında kalmayan var mı?

Yasaklar, baskılar, inkar ve imha adeta Kürtçe müziği bir başka güzel yapmıştı. Belki de bu yüzden müziği sadece yeteneği olan, bu uğurda her şeyi göze alanlar yapıyordu.

Zaten çoğu sürgündü, politik olarak fişlenmişti,yasaklanmıştı. Şivan Perwer şüphesiz bu dönemin en büyük simgelerinden biriydi.

Kürtçe şarkıların yasaklı olduğu, o uzun ve zor yılların efsane sanatçısıydı Şivan Perwer. Kürtler arasında şarkıları kadar ismi de saygıyla anılırdı. Kürt Müziği denince listenin ilk sırasında hep o vardı.

Yıllar geçtikçe ve sürgün uzadıkça Şivan'ın yaptığı eserlerde giderek anlam kazanıyordu. Örneğin Halepçe mezalimini hiçbir tarih, hiçbir vicdan ondan daha dokunaklı daha iyi anlatamaz.



"Mıhemedo" sadece bir şarkı değildir 30 yıllık bir savaşın nağmelere sözlere işlenmiş kısa bir hikayesidir. Cegerxun'un "Kine em" şiiri onun sayesinde inkar ve imhaya karşı milyonlara ulaşan bir manifestoya dönüştü.

Şakiro'nun bir köy evinde sıradan bir teybin başında söyleyip kayda aldığı klamının kalitesini, bugün kendisine sanatçı diyen çoğu kişi modern stüdyolarda, teknolojik kayıtlara rağmen yakalayamıyor.

 Dengbejler, Ayşe Şan, Şehribana Kurdi, Aram Tigran hemen her evde sözleri, nağmeleri yankılanan isimlerin başında geliyordu.

90’lı yıllarda MKM'nin çalışmaları, verdiği eğitim ve Med Tv yayınlarıyla birlikte, yeni nesil Kürt şarkıcılar ortaya çıkmaya başladı.

Hepsi aynı kalibrede olmasa da yaptıkları müzik ve politik atmosfer çoğunu hatırı sayılır bir kitleye ulaştırdı. Siyasi mesajları ve şarkı sözleri müzikalitelerinin eksikliklerini kamufle ediyordu.

2000'lerden sonra Kürtçe müzik ve Kürtçe söyleyen kişi sayısı giderek çoğalırken aynı şekilde yapılan müzik de giderek kalitesizleşiyordu.

Politik nedenler, ambargolar, aforozlar ve küstürülmeleri nedeniyle Şivan gibi pek çok kişi vitrinden çekilince sahne düğün şarkıcılarına kaldı.

Kürtçe tv serbestisi sonrası ve günümüzde uydu aracılığıyla bal-tencere-tabak satmak için açılan kanallarla birlikte Kürtçe müzik adı verilen büyük bir çöplük oluştu.

Cebinde 3 bin lirası olan tüm düğün şarkıcıları klip çekip yayınlamaya başladı. "Were were" "here here" "xezal delal" "çawreş" kelimelerinden geçilmeyen şarkı sözleriyle neredeyse bir istila ve işgal başladı.

Aynı kameraman ve yönetmenin elinden çıkan, çoğunlukla şarkı söyleyenin yürüdüğü, halay çektiği hoplayıp zıpladığı yada bir kızın fotoğrafına baktığı klipler mantar gibi türemeye ve günün her saati yayınlanmaya başlandı.

Bunlar içerisinde en kötüsüyse bana göre, dinleyeni Kürtçe müzikten soğutan o şarkılarının kliplerine, alakasız bir şekilde politik figürler yerleştirenler.

Birçok klipte Ahmet Kaya, Yılmaz Güney hatta Deniz Gezmiş ve Che'nin fotoları kullanılıyor. Sanatçımız bize lazım olan mesajını da verip,herhalde boş olmadığını göstermeye çalışıyor.

Tabi hepsine haksızlık etmeyelim aralarında alkışı hak edenler de var ama bu çöp yığını arasında maalesef görünmez oluyorlar. Ya da bu şaklabanlar yüzünden onlara sıra gelmiyor.

Zaten bu iş para kazandırmaya başlamış olmalı ki, zamanında Türkçe müziği Kürtçe'ye tercih edip Kral TV'nin kapılarında heykel olanlar bile, bu TV'lerde boy gösterip Kürtçe şarkı söylemeye başlamışlar.


İşin bir başka kötü tarafı da sınırlı sayıdaki Kürtçe müziklerin, klamların, stranların bunlar tarafından yeniden yorumlanmasıdır. Bunu önleyecek hiçbir mekanizma ve yaptırım olmadığı için, maalesef o güzelim şarkılar da adeta katlediliyor.

İnsan o yüzden yasaklı zamanların o kıymetli ve sadece yetenekleri olanın yaptığı Kürtçe müziği arıyor.





2 Şubat 2015 Pazartesi

Peşmergenin gözleri





Celladının kirli parmakları kafasının üzerindeydi, son anlarıydı. Ölüme saniyeler kalmıştı ve o anda kendisini çeken cellatlarının objektifine bakıyordu peşmerge.  

Gözlerinde korkunun zerresi yoktu, öfke de yoktu, sanki biraz sitem vardı. Dünyaya insanlığa ve en önemlisi tüm Kürtlere, Kürdistan'a bakıyordu.

Hucam Surçi yoksulluğun ve yokluğun hüküm sürdüğü bir evde yaşayan 12 çocuğun babasıydı, askerdi daha doğrusu peşmergeydi. Düşmanların,  zorbaların, zalimlerin etrafından hiç eksik olmadığı vatanında, ölüme en önde giden yani.

Terör örgütü IŞİD'in Musul'u işgali sırasında pusuya düşürülerek esir alınmıştı, 6 aydır ailesinden, evinden çocuklarından ayrıydı. Vahşetin her türlüsüne imza atan bir barbar sürüsünün elinde tutsaktı.

Başur'da ve en son Kobani'de büyük darbeler alan ve Musul'a sıkışan IŞİD yine en iyi bildiği yönteme başvurarak, elindeki savunmasız esirleri infaz ediyordu. Son Kurban Hucam Surçi'ydi.
12 çocuk babası peşmergeyi katletmeden önce fotoğrafını çeken IŞİD canileri farkında değildi ama o anlarda gören bütün herkesin yüreğine ateş düşüren, öfkelendiren özellikle Kürtleri daha da hırslandıran tarihi bir kareyi çekiyorlardı. O peşmergeyi tarihe, kalplere, hafızalara kazıyan bir kareydi o an.

Hucam Surçi'nin yürek yakan gözleri...

Sanki o gözler Kürtlerin tüm hikayesinin resmiydi. Haksızlığa zorbalığa uğramış ve tüm insanlığın, dünyanın seyirci kaldığı bir hikaye vardı o gözlerde. Halepçe vardı, Enfal vardı, Şengal, Kobani, Roboski vardı.

Belki de bu yüzden Kürtler arasında büyük bir hüzne neden oldu. Aynı şekilde IŞİD'e karşı da büyük bir öfkeye dönüştü.

Olayın kahredici diğer bir tarafıysa kafasının üzerindeki kirli parmakların sahibi cellat da bir Kürttü... Aynı şekilde IŞİD'in Musul'u ele geçirmesi sonrası örgüte katılmışlardı.

Daha önce IŞİD'li kardeşleri peşmerge tarafından öldürülmüştü, gelen bilgilere göre o ve yanındaki kıvırcık saçlı militan işlediği vahşi cinayetten kısa bir süre sonra  bir çatışmada vurularak öldürüldü. Gözleriyle bir halkın yüreğine ateş düşüren peşmergenin kanı yerde kalmadı.

Ancak intikamı alınmasına rağmen bu kimseye teselli olmadı. Çünkü bu kadar hazin bir hikayenin, bu kadar şehidin bu kadar ateş düşen ocağın, her gün onlarca evladını toprağa veren bu halkın artık tek bir tesellisi olabilir, bağımsız özgür bir ülke.

Kimse bu konuda en ufak bir tereddüde düşmemeli, Irak Kürdistan'ında, dökülen bunca kandan ve yaşanan bu vahşetten sonra Kürtleri koruyacak tek şey özgür bağımsız kendi ülkeleridir.

Aylardır devam eden savaşta ABD'nin Irak'a yaptığı askeri yardımın sadece yüzde 10'u Kürtlere yapılıyor. Gelen mayına dayanıklı 250 araçtan sadece 25'i Kürtlere veriliyor. Peki savaşın ağırlığı kimin omuzlarında, IŞİD en çok kiminle savaşıyor, tabi ki Kürtler’le. Dile kolay sadece Başur’da bin 500 km'lik bir alanda büyük bir savaş var Kürtler’le bu çeteler arasında.

Kısacası o topraklarda uzun zamanlar boyunca Kürtleri, Kürtler’den başka kimse koruyamaz. Herkes aklını başına almalı, her tarafı parçalanmış oluk oluk kan akan bu yerlerde amaç "demokratik Suriyeler, demokratik Iraklar" değil, önce Başur'un özgürlüğü ve bağımsızlığı olmalı. 

Bu hem oradaki liderlerin partilerin görevidir hem de diğer parçadakilerin. Kürtleri orada güvende tutacak bağımsız, özgür ve güçlü bir Kürdistan'a ihtiyaç var.

O yüzden celladının bıçağı altında bile korkunun zerresini hissetmeyen ama can yakan büyük bir sitem taşıyan bu gözler, sana bakıyor Kürdistan!


 

10 Eylül 2014 Çarşamba

Şivan Perwer'den tam olarak ne istiyorsunuz?


Aslında Şivan Perwer ve uzun zamandır onu hak etmediği kalıplara sokanlar hakkında söyleyecek pek bir şey kalmadı. Ancak buna Selim Temo gibi bir kalemde dahil olunca, yeniden bazı şeyleri hatırlatma gereği hissettim. 

Selim Temo bir söz ustası, o yüzden onun Radikal'de yazdığı "Hangi Şivan" yazısına cevap verecek kadar kelimelerle aramız iyi olmayabilir ancak bazı hakikatleri anlatmak için de fazla süslü cümlelere gerek yok.

Sayın Selim Temo yazısında kısaca Şivan'ın eski mahallesini ve devrimciliği terk edip yanlış yola girdiğini ileri sürmüş. Cümlelerine özenle "viski" ve Tarkan" kelimelerini de ekleyip Şivan'ın girdiği yeni yolun ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya çalışmış.

Şivan Perwer'in 40 yılda yaptığı tüm iyi şeylerin yanına kötü ve yanlış olduğunu düşündüğü şeyleri de yazıp o kıymetli geçmişini bir çırpıda sıfırlamış. Şivan Perwer'i ve şu anda durduğu yeri bilmeyen biri, bu yazıyı okusa Şivan Perwer İstanbul'a yerleşip, bir gazinoda sahneye çıkmaya başlamış sanır. 

Selim Temo'nun duygusal ve vicdanlı kalemine rağmen nereden bakarsanız bakın, yanlı, maalesef hakaret dolu ve birilerini memnun etme gayreti gösteren bir Şivan Perwer taşlaması olmuş yazı.

O yüzden yeni başlayanlar için kısa bir Şivan Perwer hatırlatması yapmamız gerekiyor.
Kürtçe şarkıların yasaklı olduğu, o uzun ve zor yılların efsane sanatçısıydı Şivan Perwer. Kürtler arasında şarkıları kadar ismi de saygıyla anılırdı. Kürt Müziği denince listenin ilk sırasında hep o vardı.

Türk kamuoyuysa ondan uzun yıllar bihaber olsa da şarkılarından fazlasıyla yararlanıyordu. İbrahim Tatlıses'in başını çektiği birçok sanatçı onun Kürtçe şarkılarının içini boşaltıp Türkçe'ye çeviriyordu.

Yıllar geçtikçe ve sürgün uzadıkça Şivan'ın yaptığı eserlerde giderek anlam kazanıyordu. Örneğin Halepçe mezalimini hiçbir tarih, hiçbir vicdan ondan daha dokunaklı daha iyi anlatamaz.

"Mıhemedo" sadece bir şarkı değildir 30 yıllık bir savaşın nağmelere sözlere işlenmiş kısa bir hikayesidir. Cegerxun'un "Kine em" şiiri onun sayesinde inkar ve imhaya karşı milyonlara ulaşan bir manifestoya dönüştü.

Ancak tüm bunlara rağmen Şivan’ın PKK ve aynı çizgideki isimlerle yıldızı bir türlü barışamadı.

Öcalan'ın yakalanması ve Şivan Perwer'in Irak Kürdistanı'yla sıcak ilişkiler kurması bu görüş ayrılığını daha da derinleştirdi. Avrupa'da fiziki saldırılara varan tepkilere maruz kaldı. Tepkiler çoğaldıkça Şivan'da onlara karşı sert sözler kullanmak zorunda kaldı.

2003 yılında Berlin'de verdiği konserde sahneye fırlayan bir gencin, elinden sazını alıp kırmaya çalışması, bir utanç görüntüsü olarak kayıtlara geçti.

Avrupa'da konser vereceği düğün salonlarına sahte bomba ihbarı yapılıp, konserleri sabote ediliyordu. Bir süre önce Ruşen Çakır'a  Öcalan'ın, kendisi içinde bir mesaj gönderip "Şivan'ı rahat bırakın!" demesini istemesi, sanırım içinde bulunduğu çaresizliği gözler önüne seriyordu. Hiç düşündünüz mü Şivan Perwer gibi bir isim Öcalan'dan neden böyle bir çağrı yapmasını istiyor?

Peki Şivan'ın attığı her adım doğru muydu? Tabiki değil, örneğin 30 yılı aşkın bir süredir sürgünde olan ve defalarca yapılan tüm çağrılara rağmen "dönmek için uygun zaman değil" diyen Perwer'in bir AKP organizasyonu olan Diyarbakır'daki törene katılması büyük bir hataydı.

Herhalde 37 yıl boyunca bir siyasi partinin seçim malzemesi olmak için sürgünde beklemedi. Kürt Halkı onun dönüşünü Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda vereceği tarihi bir konserle hayal ederken, Şivan'ın Ak Parti'nin bir organizasyonuyla dönmesi büyük bir hayalkırıklığı oldu.

Bunda hemfikiriz ancak tüm bunların yaşanmasında sadece Şivan'ın hatası yoktu. Yıllardır Avrupa'da sırf aynı görüşte olmadığı gerekçesiyle baskıların fiziki saldırıların hedefinde oldu. 

Kürt siyasal hareketinden adeta özenle uzaklaştırıldı. Örneğin uzun yıllardır Kürt kanallarında Şivan Perwer'in kliplerinin, şarkılarının neden yayınlanmadığının cevabını verebilir mi Sayın Selim Temo?

Bu sansürün nedeni de mi Şivan Perwer'in Bülent Arınç'la elele fotoğraf çektirmesi?
Artık Lenin'den Marks'tan bahsetmediği için mi, yoksa melodik devrimciliğin Kürtler'in yarasına merhem olmadığını gördüğü için mi kıymetli değil?

 Hem Şivan'dan siyaset üstü bir kişi olup sadece sanatını icra etmesini isteyip, hem de kendileri gibi düşünmüyor diye suçlamak ne kadar doğru?


Üstelik iddia edildiği gibi de Şivan Perwer her şeyi, bir kenara bırakıp keyif yapmıyor. IŞİD çeteleri nedeniyle tarihlerinin en vahşi saldırılarından birini yaşayan Irak Kürtleri'nin yanında. 

Defalarca mevzileri ziyaret edip, peşmergelere moral vermeye çalıştı. Onlar için yeni bir şarkı ve klip hazırladı. Rojava'dan giden mültecilere konser verdi. Dahası buradaki gelişmelere de hiçbir zaman bigane kalmadı. 

Ölüm oruçları sırasında sazını alıp cezaevindeki tutsaklarla dayanışmak için Erbil'de açlık grevine başladığını sanırım herkes biliyor. Görmek istemeyenler, inkar edenler olabilir ancak Şivan Perwer sevabıyla günahıyla ve yapılan tüm "şeytanlaştırmalar"a rağmen halen Kürtler'in sanatçı listesinin en başındaki isimlerden biri. 

Yarın çoğu şey unutulabilir tarih bazı kişileri ve yaptıklarını es geçebilir ancak Şivan Perwer ve eserleri Kürtler'in tarihinde emin olun hep olacaktır. 

O yüzden bu tepkiler bana biraz Sezen Aksu'nun Türkiye'de belli kesimlerden gördüğü muameleyi hatırlatıyor. Sırf onlar gibi düşünmüyor diye, bazı Türkler Sezen Aksu'yu bazı Kürtler'de Şivan Perwer'i linç etmeye doyamıyor.

Hüseyin Aladağ